14- "GEÇMİŞ" HAYATA YOLCULUK FİLMİ
Bir yazım var geceden yarım bıraktığım… Sabahın köründe kalkmışım tamamlamak üzere… Fakat bir türlü yoğunlaşamıyorum, ayrılık rüzgârının ılgını zihnimi yalayıp dikkatimi dağıtmakta. Toparlanmak amacıyla oraya buraya telefon açıyorum… Sıra abc’nin sinema yazarı değerli dostum Ali Rıza Özkan’a geldiğinde ilk sözü,
— Ya ya, demek ki acı haberi duydun da telefona sarıldın, acılar içindesin, anlıyorum seni, demesiyle neye uğradığımı şaşırıp,
— N’oldu ki, diyebildim.
Oysaki ikimizin de ortak dostu olan ıssız alanlar hafriyatçısı bir arkadaşımız rahmeti rahmana kavuşmuş… Kazma-kürek; greyderler-dozerler ağlasın…
— N’oldu, çok mu müteessir oldun da sustun, deyince,
— Yo, o yaşarken ölüydü, zaten alışkınım; taksiratını affola, dedim.
— Anladım! Bu ayrılık seni fena sarstı, canın çok sıkkın… Akşama bir film galası var. Gel bana takıl, rahatlarsın, demesiyle birlikte,
— İyi olur, açılmam lazım, dedim.
İçimden, bir taşla iki kuş… Hem eğlenir hem de bir yazı çıkartırım hinliği nüksetti.
Efendim, bu usta sinema yazarı dostumuz Ali Rıza sayesinde az kalsın sinema yazarı olacaktım bir ara. Çok da hoşuma gitmişti sinema yazılarım. Eleştirmenlik değildi benimkisi. Aslında bir filmden hareketle başka başka açılımlara yöneliyordum. Sinema eleştirmeni olabilmek ne haddime! Oldukça donanım isteyen apayrı bir ihtisas alanı. Durumu kavrayıp usulca geri çekilmiştim.
Ali Rıza dostumun beni sinema yazılarına kazaen iteklemesi tesadüfi olmuştu. Sosyal medya ile ilişkim; nazımı kaldırabilecek dostlarımın paylaşımlarının -özellikle fotoğraf- altlarına zaman zaman pek sevdiğim takılmalar yazmaktan ibarettir.
Yine bir gün gevezeliğim tuttu. Ali dostumun bir sinema yazısının altına takılma yaptım. O, ciddiye alıp bana görev yükledi. Filmi izle gel, öyle konuşalım, demişti. Ben de kendi kendime, ayıp olmasın bari gidip izleyeyim de sonra konuşayım, dedim. Gittim izledim…
Birden fikir değiştirdim. Ali’nin kahrını ne çekeceğim yahu, oturur film hakkındaki düşüncelerimi yazıya döker hiç olmasa yazı portföyüme “bir” yazı daha eklemiş olurum, dedim. Çok da hoşuma gitmişti, kendimi beğenmeye başlamıştım(!)
Hızlı yükselen hızlı düşermiş. Sinema eleştirmenliğimin sonu, yukarıda anlattığım had bilme ve geri çekilme hikâyesi oldu.
Bu galayı kaçırmamam lazım. Ali gitmese de ben tek başıma giderim. Neden derseniz, ayrılıkların doğurduğu en büyük travma “geçmiş” üzerinedir. Tekrar tekrar canlanır da gelir üzerinize. Saplanılan haleti ruhiye dürtükler durur “geçmiş”e doğru bak dur, diye. Zaten, “Bezirgân züğürtleyince ‘geçmiş’ defterleri yoklarmış.”
Neyse, yarı kurgu yarı gerçek hikâyelemeyi bırakıp galaya dönelim.
Evet, galasında bulunduğum bu filmin adı: “Geçmiş”
Karşımızdaki sinemacı, sinematografik geçmişini pek de bilmediğimiz genç bir senarist, yönetmen, yapımcı Çağdaş Çağrı. Çünkü ilk film denemesi bu. Bir eksikliğe dikkat çekmek için sinema adamının özellikle geçmişine vurgu yaptım. Gala organizasyonu son derece acemice ve içi geçmiş durumdaydı. Verilen salon kirasına yazık! Galanın, konuklara bildirilen saati bile sorunluydu. Ne bir ön tanıtım ilanı var ne içecek ne ikram. Su bile yok. Bu nasıl “piyasa” yapma çalışması?
Film uluslararası ödüle doymuş durumda. En İyi Yönetmen ve En İyi Film ödüllü. Oyunculuk kategorisinde bir ödülü yok. Daha da ödül (festival) yolculuklarına çıkacağı söylenmektedir. Oyuncular; Bülent Emin Yarar, Gözde Kansu, Volga Sorgu, Elena Viunova, Yeliz Akkaya, Muhammet Cangören, Lila Gürmen.
Eklemeden geçemem. Gala salonunda beyazlar içinde pek masum çehreli genç ve güzel bir hanımefendi dikkatimi çekti. Bir başına güzel birini görmek değil de “masum çehreli” bir güzeli görmekti dikkatimi çeken. Işık huzmesi altında tablo gibi olan bu duruşu Ali’ye göstermeliydim…
Filmi izlemeye geçtik… Bitti. Ekip, sahnedeki yerini aldı sunum, sohbet soru-cevap… Ali Rıza dürttü. A, bir de baktık ki masum çehreli güzel kız, filimdeki sağır-dilsiz kadın rolündeki Rus güzeli Elena Viunova’ymış. Rol aldığı kimi diziler varmış ama sıfır dizi izleyicisi biri olarak tanıyamazdım elbette.
Çağdaş Çağrı’nın bize sözlü anlatımına göre bu filmi çekmeye karar vermesinin sebebi Taksim Gümüşsuyu’ndaki bir restoranda bulduğu 1972 tarihli bir fotoğraftır. Kimdi bu fotoğraftaki naif kadın ve adam? Şimdiki hayatta ne yapıyorlardı acaba? Çağrı’nın iç dünyasında o “enstantane” bir kareye, bir kare kadraja, kadraj plana, plan senaryoya dönüşerek sinemaya aktarılmış olur. Esin kaynağının bir kareden çıkması oldukça edebi bir dokunuş.
Filmin ana teması, Pulitzer ödüllü fotografçı Yusuf’un profesyonelliğe ilk adım attığı yirmi beş yıl öncesinden tek kare çektiği, bakışları masumiyetin timsali olan Nusaybinli bir kızı aramaya çıkması üzerinedir.
Bozulan bu hayat içinde, naifliğini donduran/koruyan tek şey sadece fotoğraftaki o masum kızın buğulu gözleridir. Zedelenmiş, hırpalanmış ve masumiyetini kaybederek insafı kalmayan bu hayatta bunaltılar içinde yaşayan kahramanın, geçmiş hayatların masumiyetini temsil eden; onu bulmakla da hayat bulacağını düşünerek ona doğru yönelen bir adamın yolculuğu. En sonunda onu Nusaybin tarlalarında çalışan orta yaşlı bir amele kadın olarak bulur ve film biter. Tepkisiz, öylesine bir bitiş.
Tema ne kadar klasik değil mi? Geçmişin peşine düşme klasiği. Neden bu klasik tema?
Boğaz sırtlarında tek başına yaşayan, çekişmeli bir şekilde evliliğini bitirmiş; beklenen malum sanatçı bohemliği içerisinde etrafındaki güzel kadınlarla düşüp kalkan fakat mutluluğu yakalayamayan ödüllü-şöhretli bununla birlikte iç bunaltıdan çıkmak için sürekli düşünen ve hep sigara içen bir adam. Bunaltılar yumağında efkâr içinde yaşayan bir adam var ne de olsa! Efkârlanmanın, kültürümüzdeki kodlanmasının yansıması olarak tabii ki karakterin ağzında emzik gibi sigara olmalıydı(!) Baştan sona bol dumanlı bir film var karşımızda.
Yusuf, kadınlarına karşı sorumluluk üstlenemeyen, hoyrat davranan, nasıl davranmasın ki kendi hanesini dahi düzgün tutmaktan aciz bir zat. Nitekim kameranın Yusuf’un dairesi içinde filmin genel havasına uygun olarak ağır ağır uzun ve detaylı bir yolculuğa çıkması bu müşkülpesentliğine vurgu yapmak için olsa gerek. Ama ben sıkıldım. Gereksiz uzatma olarak gördüm. Bu kadraj hali birçok kez tekrarlanmıştı.
Bu hayat içindeki tek kaçışı duvardaki o masum kıza odaklanmak... Aslında tek karede donmuş halde yirmi beş yıldır aynı evin içinde beraber yaşıyor o fotoğraftaki saf kızla. Etrafındaki sahtelikleri ve yalnızlık içindeki hayatının anlamsızlığını derinden hissettikçe efkârlı gözlerle o bir çift göze odaklanmakta. Onu bulmak için yola çıkacaktır.
Uzun uğraşlardan sonra bulduğu kadın o fotoğraftaki kadın değildir artık. Tarlanın içinde gözlerinin feri bile sönmüş olan kadın şaşkın. Doğal olarak kim bu deli diye tuhaf, ürkek bir şekilde bakmaktadır. Yusuf da öyle. Ruhsuz bir bakışla şu kadın, fotoğrafın kendisi olduğunu bir kabul etse de kurtulsam beklentisi içinde gibi hiçbir heyecanı yok. Karşısındaki sanki aradığı kişi değil de bunu tanıyor musun diye sorduğu bir başkası gibi davranıyor. Yoksa, ah şimdi beni hatırladı hatırlayacak şaşkınlığıyla durgunlaşmış hali mi var Yusuf’un? Ha işte, bu ince çizgiyi bize yakalatmaktan aciz kalmış bu plan.
Kadın, fotoğraftaki kadının kendisi olduğuna ikna oldu da Yusuf yabancısı olduğu ve yaşam felsefesini bilmediği bir tarla içinde sap gibi kalakaldı. Ne anlamamız gerekiyordu bilemiyorum. Masumiyetin timsali olan kadın, zamanın ruhuna mı uymuştu? Kendisine yirmi beş yıllık bir özlemle gelen bir yüreğe karşı kadir kıymet bilen bir duygu bile taşımadan öylesine çekip gitti? Olumlu ya da olumsuz bir duygu yüklenimi olmalıydı.
İstanbul’dan Nusaybin’e yapılan bir yolculuk, dozunda atraksiyonlara gebe olamaz mıydı? Nusaybin’in otantik kahvehanesi filme daha renk katan sahnelere yataklık yapamaz mıydı? Garsonun kendi hayat hikâyesini kurgulayışı bile sanki çiğ düşmüş gibiydi.
Her yolculuk veya mekân değişimi kişinin iç dünyasında bir ferahlık ya da değişim yaratır; hele Yusuf’un yola çıkış amacını gözetirsek. Filimdeki bu yolculuk Yusuf’un iç dünyasında olumlu bir değişim yarattı mı? Yok! Bu olası değişim öncesinin menfi hali (bohem yaşam) verilmiş ama filmin sonu değişimsiz kalmış. Filmin sonunda bu verilmeliydi. Yolculuk felsefesinden esinlenerek senaryo bu açıdan sorunlu mu ne, deme hakkımız doğmuştur.
Filimin ruhunun, seyredenleri sarıp sarmalama açısında bir sorunu mu vardı ne? Yoksa bana mı öyle geldi. Ne de olsa ayrılık ruhuyla yaşayan biri olarak kavuşabilme temasını işleyen bir filmin karşısında yüksek beklentiyle oturan arızalı bir seyirciydim ben.
Bülent Emin Yarar gibi usta bir tiyatro-film adamının oyunculuğu bu filmde biraz gölgelenmiş mi ne desem fazla mı bilgiçlik taslamış olurum? Gereksiz uzunluktaki duruşlar ve efkâr hali vermek için diyaloglardaki soluk alıp verme düzensizlikleri… İç sıkıntılı adam imi yaratmak üzere yapay iç çekişler… Bunların üzerine, verilmek istenilen ruh haline koşutluk olsun diye koyultulmuş renkli sahnelemeler beni sıktı.
Küçük, senaryo sakatlığından kaynaklanan iki ufak yansıma hariç kadın oyuncular hepten başarılıydı.
Müzik çok başarılıydı. Özellikle finalde harikaydı.
Özet itibariyle izlenilmeyi hak eden klasik temalı ilgiye değer bir film.
Kadı kızında bile kusurun olduğu bir dünyada genç sinemacı Çağdaş Çağrı’ya daha ilk filminde sekter davranmanın bir âlemi yok. Ona şans tanımak lazım. Yolu açık olsun.
Yorumlar
Yorum Gönder