17- AHLAT AĞACI
AHLAT AĞACINA ÇIKMIŞ OLAN NURİ’M, BİLGE BİR CEYLAN’IM, BANA BAK!
Ne Ahlat’ın başındayım, ne 16 yaşındayım ne de bir kızın peşindeyim. İnsanların yaşam içindeki konumlanmalarını, estetikten yoksun yamru yumru şeklinden dolayı, benzettiğim “Ahlat Ağacı” kitabının iğneli/fırçalı dili dışarıda olan genç yazarıyım. Hayata tutunamayacağımın kaygısı içindeyim ve baktıkça bu kaygılı hâlimi babamın silueti içinde görmekteyim.
Kendi geleceğimi; geleceğini kaybetmiş olan babamın su çıkarırsa tekrar kazanacağını düşünerek iki dönümlük tarlamız içinde boş yere derin derin eşelediği o kuyuya düşüreceğimden korkuyorum. Babama benzemekten korkuyorum. Kabıma sığmayışım bu nedenledir. Düzenin sahiplerine karşıdır bu asiliğim. Görüyorum ki babam köpeğine sığınma ve olup biten her şeyi alaya alma gibi bir yol bulmuş ruh sağlığını koruyabilmek için. Fakat benim tek sermayem isyanımdır. Bu beni korumaya yeter mi?
Sanat terimiyle “antrakt” diyerek bir ara verelim hele.
Onu bunu terapiye tabi tutması gereken kendisiyken, buluşmalarımızdaki soluksuz ve hızlı hızlı gürültülü konuşmalarımdan dolayı paralize olma hâlini -o an bilinci kapandığı için- terapiye uğramış ve kendini rahatlamış sandığından tam ayrılacakken “Bunu saymam, aman n’olursun yine gel ha!” diyen psikolog dostum Özgür, sondan iki önceki görüşmemizde “Ahlat Ağacı filmini izlerken hep sen aklıma geldin, bunu Sami izlemeli diye düşündüm.” dedi. Neden? Film izlerken beni düşüneceğine sevgilini yanına alıp da acaba onu gelecek olan hangi kışkırtıcı bir sahnede karanlıklar içerisinde sıkıştırabilsem, diye düşünseydin ya! Psikolog gözüyle ara sıra çizgi filmlerin çocuklar üzerindeki etkisi üzerine eleştiriler yazdığı da oluyor ama “yazarlık” kompleksimin içine hapsolsun, dost ortamımızda “yazarlık payesi” benden dışarı çıkmasın diye ona hep “cık” olmamış, derim.
Derken geçen gün İzmir’deki Maliye Müfettişi bir başka dostumla mutat -tetik üzerinde- telefon görüşmemizi yaparken “telif” ödemelerinden falan söz edip görüşümü aldıktan sonra “Ahlat Ağacı”ını izlesene, dedi. Son derece entelektüel derin bir hafızası olan ve sanatsal irdelemelerine illaki güvendiğim, sevdiğim bir arkadaştır. Fakat kadı kızı kontenjanından kusur sahibi olup aşırı narsistir. Öyle boş narsis de değil, doludur. Bu yönüyle sevmem, dışlarım ama kırmam da.
A aa! Ne var bu “Ahlat Ağacı”nda ki bana Özgür de izlemelisin, demişti ama ben şu ev taşıma telaşında unuttum gitti. Film vizyona gireli tam 50 gün olmuş.
Film hatırımdaydı da unuttum. Hem bir “NBC” filmi hem de vizyon öncesinden gazetelerde bir haber vardı: Bu yıl 71'incisi düzenlenen Cannes Film Festivali'nde büyük ödül “Altın Palmiye” için yarışa girmişti. Cannes Film Festivali’ndeki gösterimde “Ahlat Ağacı” 15 dakika ayakta alkışlandı. Bu ne ya? Dünya alkış tarihinde böyle bir süre yok. Gerçekten ilgili videoları izledim ki var o kadar alkış. Fakat bu film ödülsüz döndü. Çeşitli söylentiler var. Festival komitesi Nuri’ye filmi kısalt, dedi kısaltmadı; jüri o kadar yorulmuşken bilinçli olarak festivalin en son gün son gösterimine bırakıldı ki dikkatler dağınık falan filan olsun vb. gibi dedikodular var. Olsun! Biliyoruz ki daha önceki yarışmalarda Ceylan’ın Cannes’da dönen “Altın Palmiye”li “Kış Uykusu” filmi var.
Evet, sonunda dün izledim. İzleyicilerin yarıdan bir eksiği kadındı. O yarıdan bir eksik olan dengeyi bozan ben idim. Sap gibi bir başıma izledim. Erotizmin zirvesine taht kurmuş bir tek sahne var ki yalnız izlenmemeli. Oysaki şansın bu kadarı olur. Sinema partnerim olacak kişi şu ilginç tesadüfe bak ki il dışında gelen misafirini alarak sinemanın yanı başındaki kafede fal baktırmaya gelmiş Beyoğlu’na. Neyse ki film sonrası tesadüfi iletişime geçtiğimizde dip dibe olduğumuzu öğrenmiş olduk. Çocuklar gibi şen olduk! Harika bir gezinti gecesi geçirdik. Ay beni bir görecektiniz! Ne o gecenin bir yarısında büyük bir sabırla mağazalar gezmek, orta yerlerde dans figürleri falan yapmak… Erkeklikten bu kadar taviz verilir mi ya? Bir kadın, bir tabur erkeği maskara maymuna çevirirmiş, buna yürekten inanıyorum. Neyse filme dönelim.
Bu filmin senaryosu ve benim “Bu da Oldu” kitabım yazılırken kesinlikle Nuri Bilge Ceylan’la irtibatsızdık. Çünkü yazım tarihleri denk olduğu için daha dışarı sızan bir şey yoktu ve birbirimizi görmeden yazıyorduk. Ama bir koşutluk var. O nedenle bu senaryonun yazımında bulunmak isterdim. Bendeniz kitabın isim hikâyesini yazarken “Nasıl Yazar Olunur” başlığını atmıştım. İşte film bu sorunun cevabını veriyor. Fakat o yazıyı dar vakitte yazdım ve hep eksik yazdığım duygusu içinde olduğumu da biliyorum.
Eğer Nuri Bilge bir diğer filminde “Peki, gerçek bir yazar nasıl olunur?”un cevabını arayacak olursa bir araya geleceğimizden kuşkum yoktur. O kadar koşutluk var ki senaryodaki yazar adayı basımevinde kendini anlatırken şöyle diyordu: “Eğer ki yazılarımı bir formata sokacak olursanız ‘öyküler, denemeler” diyebilirsiniz.” Anca bu kadar olur. Peki, benim kitabın tanıtımında ne diyor? Şöyle: “Sami Günal, yaşanmışlıkların imbiğinden süzerek damıttığı yazılarını tek bir türe bağlamaz. Genel itibarıyla yazılarına “Öyküsel Denemeler” demekten pek hoşlanmaktadır.
“Ahlat Ağacı” hazin bir aile hikâyesidir. İki çocuklu bir çekirdek ailedir bu. Geçmişinde doğasever, hayvan korur ve edebi kişilikli idealist bir adamken ilişkiye girdiği kötü çevre etkisiyle gide gide ailenin geçimini sarsan, abuk sabuk davranışlar sergileyen, ilgisiz, düzensiz, kötü alışkanlıklarından vazgeçemeyen öğretmen bir baba ile gün gelip elektriği bile kesilen evi ayakta tutmak için çocuk bakıcılığı yapmak durumunda kalan bir anne. Lisede okuyan bir kız ile üniversitede öğretmenlik okuduktan sonra “dar alan paslaşma” yeri olan kasabasına dönen işsiz genç bir abi. Ya baba mesleğini seçip öğretmen olacak ki KPSS, torpil morpil zor gözüküyor ya da “işsiz üniversitelilerin buluşma noktası” olan polisliğe yönelecek.
Baba oğul ilişkisi yürek burkmaktadır. Baba ailesiyle iç içe olmasına rağmen o kadar dağınık ve kopuktur ki gurbette evine dönen oğluna ne bir hoş geldin der öper; ne de çocuk, baba, der elini öper. Baba aileye olan ilgisizliğinden kendine karşı olan aile ilgisini tüketmiştir. Bu yabancılaşmadan dolayı baba artık karısına, çocuklarına yaklaşma duygusunu harekete geçirme cesaretini bile gösteremez. Ne sıcaklık verebilen, ne de bulabilen bir babadır. Çocuğun babaya karşı yaklaşımı, hoşlanmadığı sıradan bir köylüsüyle “Hâlen bıraktığım yerde misin?” diyen karşılaşma gibi yürek burkucu bir manzara. Yoksulluk duygusuna düşmüş ergenlik çağındaki genç kızın idealindeki baba figürü yıkılmış, evlatlık nezaketi bile terk edilmiş, babasına karşı ilgisiz ve tersin tersin davranmaktadır.
Aslında film bir baba-oğul hikâyesidir. Bundan da ziyadesi yazar olma heveslisi bir oğulun hikâyesidir anlatılan. Konuyu iyice mikrolaştıralım ki töze varalım. Elinde basılmaya hazır ama parasız bastıramayan zeki, maharetli, dayatılan doğruları ve inançları sorgulayan biraz da kibri üzerinde olan bir genç adamın hikâyesidir. Dolayısıyla filme, çocuğun yazdığı kitabı bastırma macerasını anlatan bir hikâye olarak da bakabilirsiniz ki öyledir de.
Konu basit. Bir ülkenin kültür hayatının oluşumuna döşenen tuğlaların nasıl döşetilmediğine dair önemli bir değinmeyken bu çerçevede gelişen diyalog ve tartışmalarla filmin akışı harikalar yaratan felsefi bir hâl almaktadır. Hatta başlı başına birer film olabilecek başlıklar. Bu yüzdendir ki çok katmanlı bir senaryo yazımı olmuş. Ondandır ki çok da uzun. Çocuğun, özellikle irdeleyici ve kışkırtıcı sorularıyla çıldırttığı deneyimli yazarla ve biri diğerine göre daha yenilikçi ve sorgulama taraftarı olan iki din adamıyla olan uzun diyalogların geçtiği bölümler dikkate değerdir. Bu uzun sahne, geniş vizörlü doğa görüntüleriyle sürdürülerek en sonunda köy meydanındaki bir masa başına ne de tatlı kondurtuluyor.
Uzun dedik de film bir “uzun yürüyüş” filmi gibi. Yürü babam yürü! Karakterler İzleyiciler nezdinde yorgun düşerken ince bir salınım içinde sıkılmadan 3 saat 8 dakikalık filmi gâh hüzün içinde, gâh gülerek, gâh merak içindeki bir haletiruhiyeyle bitiriyorlar. Görüldüğü gibi bir drama (tiyatro-sinema her neyse) illa ki ağlatmadan da anlatıla biliniyor. Ha, ağlanan sahneler de yok değil, bilesiniz.
Filimdeki o kadar kasavet içinde oldukça çok komik diyaloglar da var. Fakat bu kadar anlatım çeşitliliği ve zenginliği yetmiyor mu da Nuri Bilge toplumun genel geçer hâle gelen düzeyini meşrulaştırmak ister gibi ne de çok küfre başvurmuş? Oldukça rahatsız oldum. Toplumun baş aşağı gidişiyle birlikte ifadesizliğin yerini dolduran küfür her düzeydeki entelektüellerin de topluma inme merdiveni hâline getirildi ki bu iyi bir şey değil. Evet, bu filimde daha başka başka küfürler/argolar olmakla birlikte kısa mesaj eriminde öfke ve muhalefet etme üslubu oluşturmak için sürekli şekilde kadın uzvu bir küfür aracı olarak kullanılmaktadır. Bu yol Türk sinemasında artık börk verir oldu. Üstelik izleyicilerin en az yarı ve yarıdan fazlasını kadınlar oluştururken. Bu tür film diyaloglarında salondaki kadınların zor duruma düşürüldüklerini gözlemlemekten bazen sahneleri kaçırdığım oluyor. Ha, fırlama kadın yok mu? E var diye bu ağızları meşrulaştıracağız mı?
Belli başlı sahnelerden dem vurmuş olduk da bir sahne var ki beni bitiren o sahne oldu. Abartılmamış ve dışa sulu sepken vurulmamış üstlü başlı bir çeşme başı karşılaşma sahnesi var ki hiçbir şey olmasa bile bu filmi kurtarmaya yeter. O kızda oyunculuk açısından gelecek var. Kızın tek plan sahnesi bu. Kompozisyon ve diyalog harika ve erotizmi duruğa taşıyor. Benzer bir sahneyi şimdi adını unuttuğum bir İtalyan filminde anımsıyorum. Sisli pencere siluetinde ütü yaparken pencereye oturmuş sigara tüttüren bir kadındı.
Nuri Bilge Ceylan’ın sinematografik üslubu beşeri anlamdaki durgunluğuna benziyor. Hep durağan. Bu özge bir üsluptur. Hikâyesini böyle anlatmayı seçiyor. Dar alan insan üzerinde genele mesaj vermeye çalışıyor. Sinemasını tarif edişini bir keresinde kendi deyişiyle aktarırsak daha iyi olacaktır. Şimdiye kadar aslında aynı filmi çektiğini her bir filmde bazı değişiklikler yaparak anlattığı hikâyelere yeni şeyler eklediğini söyler.
NBC’ın sahneleri hep geniş otobüs ön camında bakıyor gibi panoramiktir. Tekil bir fotoğraf karesi gibidir. Bunun sebebi anlatacaklarını genel itibarıyla görüntülerle ve beşeri kıpırdanmalarla anlatmak istemesindendir. Yani belirgin olsun istemektedir. Bunun en belirginleşmiş hâli sanırım “Uzak” filmindeki İstanbul görüntülerinde vücut bulur.
“Ahlat Ağacı”nda, NBC’dan beklenmeyecek kadar diyalog yoğunluğu var. Vala iyi de olmuş. 188 dakikalık bir film sanırım söz ve göz bütünlüğü/uyumu içinde bu sayede 90 dakika gibi bir algı yaratarak su gibi akıp gidiyor.
İlginçtir Türk sinemasında kırılamayan bir kalıp kırılıyor bu filmde. Türk sinemasında komik hep komik; ciddi surat hep ciddi olacak. Yoksa tutmuyor. Bu filmde acı ağırlıklı dramın direksiyonunda iki komik var. Belki de özellikle başrol oyuncusunun hiç tanınmayan bir komik olması kurtarmıştır. Baba rolünü üstlenen komik adamı tanırım. Eh işte bir dolu dolu değerlendirmem yoktur. Ama bu film için bana göre biraz iğretilik olsa da dolu dolu rol üstlenmiş. Asıl baş oğlanı TV’deki bir güldürü programında birkaç kısa kısa nitelikli “stand up”larından tanıyordum. Filmdeki rol, üstüne tam oturmuş. Anne rolündeki Bennu Yıldırımlar harikalar yaratmış.
Film çok uluslu (7 ülke) bir yapım olduğu gibi çok atıflı da bir film. Yunus Emre, Peyami Safa, Şems-i Tebrizi, İbn-i Arabi, Hz. Muhammed ve Kur’an-ı Kerim’den tutun Çehov, Dostoyevski, Nietzsche’ye kadar alıntılar yapılmış.
Bu filmi izlememek kayıp sayılabilir. Üç sahne için ilerleyen zamanlarda tekrar izlemeyi düşünüyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder