45- SEN BEN LENİN- (2)

Zihnimde farklı açılımlar sağlayan bir film bulursam yazmaya heves tutarım. “Sen Ben Lenin” filmi kafamda iki pencere açtı. Birincisi, filmi salık veren Metin arkadaşımla nostaljimiz; ikincisi, filmin konusu itibarıyla çağrışan “Balina Aydın” nostaljisi oldu.

Buna rağmen yazmak istemedim. İlla yazacak olursam iki yönüyle yazabilirdim. Birincisi, başka bir sanat dalıyla olan benzeşimi açısından ilginç bir deneyim olması itibarıyla eleştirmenlerce oluruyla olmazıyla illaki yazılması gereken bir filmdir. İkincisi, benim açımdan gündem teşkil eden ayrı bir yazı penceresidir.
Gündem dediğim şey tesadüf bu ya Sovyet Rusya’nın yıkılış yıldönümü haftasındayız. E filmin konusu olan olay tam da Sovyetler’in yıkılışından kaynaklanan -tüm yıkılışlarda olduğu üzere- ilk yapılanın “kurucu”nun varlığına, şekline şemailine, resmine saldırılması misali Lenin’in heykeline saldırılmasıyla gelişen bir olayın filmidir bu.

O nedenle bu karakteristik tepkiden hareketle film üzerinden Sovyet Birliği’nin yıkılışını irdeleyen politik bir yazı mı yazsam diye düşündüm? Dedim ki ula akıl fukarası Sami, mademki girdin, bu filmden kopma! “Sovyet Devrimi” üzerine ayrıca yazıverirsin. Fena mı be uyanık? Böylece yazı portföyünü bir arttırmış olursun.
Ey okurcular, bu yazının ilk bölümüne denk gelip de okumadıysam döner okuyarak gelirdim buraya. Yo, burayla yetinip kuru kuruya bir film yazısı okumakla da yetinebilirim.
İlk yazımızda, yazacağım bu filmin bağlamına uygun bir yaşanmışlık hikâyesi anlatıyordum. “Beyaz Balina Aydın”ın hikâyesiydi anlatılan. Hikâyelerin benzerliği gibi seneleri de birbirine yakın idi.
Sene 1993. Yine Karadeniz. Tabii ki yine Rusya var.
Yazımını ayrı tutacağımı söylediğim Sovyetler Birliği dağılalı henüz iki yıl olmuş. Rejim yıkıldığında sonradan pişman olacak bilinçsiz güruh âdet olduğu üzere ideolojik nefret gereği o gün zafer sarhoşluğuyla devrimin lideri olan Lenin’e karşı olan saldırganlık tezahürlerinden birini onun ağaçtan yontulan heykelini denize atmak şeklinde göstermişlerdir. Balyoz ya da halatlarla yıkılan diğer heykel görsellerini internette bulabiliriz. İşte bu ağaçtan oyulma Lenin heykeli iki yıl bata çıka Karadeniz sularında salındıktan sonra bizim Düzce Akçakoca sahilinde karaya vurmuştur. Hikâye bundan sonra başlar.
Yine “Aydın Balina” olayında olduğu gibi resmî-gayriresmî tüccar sınıfı bu heykel meselesini de kâra tahvil etmek istemişlerdir. O zamanın muhafazakâr belediye başkanı dinimize-imanımıza sığmayan (!) bildiğiniz şu Lenin’in buluntu heykelini Akçakoca’nın bağrına dikmek istemiştir. Ne o? Ufku darlara göre Akçakoca’ya turist yağacaktır. Bu amaçla heykel üzerinden Lenin seviciliği yapılmıştır. Ne hazin çelişkidir ki aynı dinsiz adamın yazdığı ya da içinde fotoğrafı olan kitapları taşıyanların hayatları aynı muhafazakâr zihniyet tarafından söndürülüyordu.
Aslında temel hikâye şu: Anamalcı (kapitalist) düzenin yıkıcısı (Lenin), anamalcı düzenin (kâr) yasalarına alet edilmek istenir.
Fakat bu heykel dikileceği günün öncesinde hırsızlar tarafından sırra kadem bastırılmasın mı?
İşte bu çelişkiden hareketle bir film yapılmak istenmiştir. Şimdiye kadar kısa filmler yapan bol ödüllü yönetmen Tufan Taştan, senarist Barış Bıçakçı’yla bir araya gelirler. Senaryoyu “Bu heykel, kasabanın orta yerine dikilseydi Lenin mi kasabayı, kasaba mı Lenin’i değiştirirdi merakıyla beraber sosyo politik reaksiyonlar ne olurdu?” üzerine kurmuşken maddi-manevi çekim engelleri yüzünden apolitik biçemle yeniden yazmışlardır.
Gerçek bu kadar yalınken kimi aklı havada eleştirmenlerin uydurdukları gibi bir politik taşlama filmi olmamıştır. Basbayağı suya sabuna dokunmayan bilakis neredeyse çıkar amaçlı Leninist kesilen (!) bir “devlet erkânı telaşı” yansıtması olmuştur. Filmin türü, bu telaştan kaynaklı polisiyenin de katıldığı bir “kara komedi” üretimidir.
Yukarıdaki paragrafım gâh bir tespit gâh bir eleştiri olarak algılanabilir ama kesin bir eleştiri diliyle filmin üçlemeli adını filmin bir yerine oturtamadığımı söylemeliyim. Filmdeki Lenin’in kimseyle olma durumu yok ki senaryonun içeriğine uygun bir adlandırma olmuş olsun. Ortada tekil şahsa mal edilen bir şey de yok ki “sen, ben” bir de Lenin olsun. Kaldı ki dilbilgisi bakımından da yanlış. Virgülleri nerede? (Ödül jürileri dil bilimsel değerlendirmeler yapmaktadırlar mı, bir de yetkinler midir?)

Dil meselesini atlarsak 32. Ankara Film Festivali'nde Ulusal Yarışma bölümünde En İyi Senaryo Ödülü alan film, İstanbul Festivali'nden Jüri Özel Ödülü, 28. Adana Altın Koza Film Festivali'nden ise İzleyici Ödülü’yle dönmüştür.
Başta eleştirmenlere bıraktığım “başka bir sanat dalıyla olan benzeşimi” açısından değerlendirmeler yapıp çıkmak istiyorum.
Film baştan sona diyaloglarla örülü ve tek mekân içerisinde geçiyor. Sanki Fehmi Cevat Başkut’un “Buzlar Çözülmeden” adlı tiyatro eseri şablon olarak alınmış gibi. Devlet ikonu karşısında vatandaşın huzura çıkıp inmesi gibi bir süreklilik söz konusudur.
Sözü tiyatroya dayamışken bu film sinemada bir oda tiyatrosu denemesi olmuş desek abartı olmaz. Şimdi tiyatro biçemiyle yetineceksek o zaman neden sinema yapıyorsun, sorusu haklılık kazanacaktır. Diğer bir değerlendirme sorusu da yok eğer sinemanın anlatım zenginliği içerisinde verilmeyecekse yine neden sinema yapılır ki, sorusu karşınıza çıkacaktır.
Tür olarak bir başka aşamaya da eriştirmek mümkün bu filmi. Sinema görseldir, imgelere pek yönelmez. E bu filmin her planına girişte bir kez göz atıp sonrasında gerçekten gözünüzü kapatıp hareket ritminden yoksun dinleyebilirsiniz de! E “dinlemeye” tahvil ettiğimiz sinemanın adı neden “radyo tiyatrosu”na dönüşmesin ki?
Bilindiği üzere oda tiyatrosu yer darlığından 50-100 arası kişiye sergilenen ve dahi ekonomik davranma hevesinden doğan bir türdür. Bu çok anlaşılır bir şeydir. Sinemaysa 7. sanat dalı olarak adlandırılmasından sarihtir ki kendinden önce gelen sanatların bileşenidir. O zaman tekliğe hapsetmek ya doğru değildir ya da n’apalım sanatsız mı kalalım, yeni ekonomik rejim kısırlık yaratmıştır, deyip yeni bir kabullenişe yöneleceğiz. Kaldı ki benim çevremdeki kimi sanat adamlarının da bu heves ya da mecburiyet içerisinde olduklarını aramızdaki konuşmalarımızdan biliyorum.
Peki, bu filmi seyretmeyin mi, demek istiyorum?
Ne münasebet! Kaç ödüllü film bu! Bilakis seyredelim. Farklı denemeler dimağımıza yeni üslup ve tat döşeyicisi olabilir. Aynı zamanda sosyal sorumluluk gereği destek olalım ki yapımcı kazandığı parayla eleştirilerimizi ortadan kaldıracak biçim netleşmesine yönelecek filmler çekme rahatlığına erişsin.
İzleyiciler dramlarda bile ritim duygusuyla seyrini sürdürmek isterler. Yukarıdaki sırf biçem/anlatım karmaşasından kaynaklı eleştirilerimize bakarak bu filmin hele hele oda içerisinde geçmesi sebebiyle düşük tempolu ya da insanı perdeye bağlamayan sıkıcı bir akış olduğunu düşünürseniz yanılırsınız. Gerçekten takdire şayan bir süreğenlikle izleyici hiç mi hiç sıkılmadan perdeye bağlanabiliyor. Asla kopma söz konusu değildir. Çok kişili bir film geçidi olduğu için tiplemeler renkli ve yer yer de komik karakterler içermektedir. Bu da teneffüs misali tek düzeliği engelleyen dinamizm sağlamaktadır.
Müziğine de bir artı olarak değinmeden geçmeyelim. Müzikleri Barış Diri’ye ait olan filmin şarkısı Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” adlı şiirinden bestelenmiş. Seslendirenin ise Seyyal Taner olduğu yazıyordu. Hayret bir şey ki ben sesi benzetemedim. İyi bilmeme rağmen Seyyal Taner’e ait ses dimağımın silinmesindendir. Asıl diyeceğim o yörenin bir yerel devrimcisi Ahmet vardır. Filmde bir dulun kayıp imam eşi kimliğine tahvil edilmiştir. İşte Edip Cansever bu şiiri zamanında o Ahmet için yazmış. Yörenin değerine atıf için bu beste yapılmış.
Filmin başkarakterleri olan sorgucu polis tiplemelerine değineyim. Batı tiplemelerinden esinlenilmiş. Biraz da kalıpsal diyeyim. E renk ve atraksiyon katmak lazım tabii ki. Birisi görece sert ve geride bırakıp geldiği bir sorunu olan şeftir. Diğeriyse yine çeşni olsun babında günceli vurgulayan pandemiye atıfla hijyen “takıntılı” yumuşak bir tiptir.
Çok oyunlu ve çok tipli bir kadroya sahiptir. Beni yormayın. İsteyen afişe baksın.
Mademki konumuz sinemadaki Lenin’dir. O zaman Lenin’in konu üzerine söylemiş olduğu bir vecizeyle bitirelim.
“Sinema, sanatlar içerisinde en önemlisidir.”

Yorumlar

Popüler Yayınlar