13- ARTI-DEĞER VE SPONSORLUK

Cannes Film Festivali’nin 70’incisi bizi bir nebze sevindiren bir yönüyle sonuçlandı. Türk asıllı Alman yönetmen Fatih Akın’ın yönetimindeki başrol oyuncusu “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü aldı. Sevincimiz, yönetmenin Anadolulu olmasındandır.

Cannes, sinemamızın en çok ödül aldığı filim festivali olma özelliğini taşımaktadır. Sinemamız, uluslararası yarışmalarda yüzümüzü ağartacak sayıda önemli ödüller almıştır. Ödül alan filmlerin adlarını tek tek sıralamak, yazımızı hacim olarak şişirecektir. O nedenle çeşitlilik açısından festival isimlerini eksiğiyle sıralamaya çalışalım.

Cannes, Berlin, Venedik, Sao Paulo, San Sebastian, Kudüs, Locarno, Saraybosna vd. festivaller… Sinemamız “Altın Falmiye”, “Altın Ayı” gibi oldukça prestijli ödüller almıştır. Sinemamız adına bu ödüllü filimler vesilesiyle Yılmaz Güney ve Metin Erksan’ı anıp geçelim.

Oscar’ımız bile var. İngiltere, İsviçre ve Türkiye ortak prodüksiyonu, hikâyesine yakından tanıklık ederek bildiğimiz “Umuda Yolculuk” filmi “En iyi Yabancı Film Oscar Ödülü”nü kazandı.

Sanatsal faaliyetler içinde en yaygın olarak uluslararası ödül aldığımız alan sinemadır. Sinema geniş bütçeli bir sanat dalıdır. Sanat gücümüz var ama para sıkıntımız da var. Dolayısıyla iş gelip sponsorluk noktasında tıkanmaktadır. 

Sponsorluğu, elbette parası olan patronlar yapar. Yani genel itibariyle büyük kapitalistler. Şimdi, işin içine kapitalistleri sokunca usumuza ister istemez artı(k)değer gelir. Artı-değer denilince klasik sömürü düzeninden dem vurmayacağız, aksine artı-değerden artı-değer çıkartmaya çalışacağız.

Sanatsal sponsorluklar açısından kısa ve dar anlamıyla baktığımızda artı-değer, faydalı bir şeydir diyeceğiz… Hoppalaa, şimdi durup dururken antikapitalist Marksistlerin fikri hücumuna uğramayalım!

Hele bir, bilinen anlamıyla şu artı-değeri ortaya koyalım da hem meramımızı anlatabilelim hem de Marks’ın hatırı kalmasın, hakkını da naçizane kendimizce teslim etmiş olalım.

Bilindiği üzere artı-değer, kapitalist sistemin çelişkilerini açıklamayı amaçlayan bir Marksist iktisat kavramıdır. Fakat artı-değer patentinin öncesi de var. Biz, nasıl ki bu artı-değer kavramını Marks’tan öğrendiysek aslında o da bir başkasında öğrenerek geliştirmiştir. Onun öğrendiği zat ise üniversitedeki hocamın (Saygıyla anıyorum.) deyimiyle İngilizlerin “en esaslı” klasik iktisatçısı David Ricardo’dur.

Marks’ın, Ricardo’nun değer kuramından yola çıkarak geliştirdiği bu kurama göre, bir malın değerini belirleyen şey onun içerdiği insan emeğidir. Fakat bu malı üreten işçiye ödenen miktar ise o işçinin mallara kattığı değerden daha azdır. Ederi tutarı, işçinin geçinebileceği kadardır. Diyelim ki işçi sekiz saat çalıştırılıyorsa, patron düşünüyor ki bu adamı yarın tekrar çalıştırabilmem yani bedeni ihtiyacı için buna dört saatlik ürettiği değer karşılığını verirsem yeter.

İşte, patrona kalan diğer dört saatlik çalışmaya da artı(k)emek diyoruz. (Dikkat isterim! Şimdi tanım aşamasına gelince henüz artı-değer demedik.) Kavramsal ifade biçimine pek heves duyduğumuz artı-değerin karşılığı bu artıkemeğin maddi değer karşılığıdır.

Bir cümleyle toparlayacak olursak diyebiliriz ki artı(k)değer, emeğin kullanım değeri (satın alınması) ile değişim değeri arasındaki farktan ibarettir.

Marx, buradan sonra kâr ve sömürü kavramını devreye sokar. Ki mantıki ve maddi sonuç bunu gerektirmektedir. Kapitalistin nihai hedefinin kâr elde etmek olduğunu ve bunun da ancak işçinin artıkemek aracılığıyla doğurduğu artı-değere el koymasıyla (sömürmesiyle) olacağını söyler.

Bizim de gelmek istediğimiz nokta tam da burasıydı.

Kültür ve uygarlık insanın eseridir. İnsanlığın tüm kültür ve uygarlık yolunda yapıp etmeleri bu artı-değer sayesinde olmuştur. Uygarlığın gelişimi için ortada bir artı-değerin olması şart. O nedenle de artı-değerin tümüyle kapitalistin ele geçirilmesine engel olunup yeniden topluma aktarılması gerekmektedir.

Bu dönüşüm, (aktarılma) sanatla olacaktır. Sanatı üreten kim? Sanatçılar. Kimi insanlar, bilim-sanat ve kültür gibi uygarlığı geliştiren üretimleri; maddi üretim faaliyetlerinden (sınai, hizmet vs.) bağımsız tutulmak suretiyle bu artı-değerden alacakları pay/fonlanma ile yapacaklardır. Sanatın yeniden üretimi -aynı zamanda sanatçının karnının da doyabilmesi- için satın alınması gerekmektedir. Satın almalar, toplumun elinde istenildiği gibi kullanılabilecek bu artı-değerlerle olacaktır. Teşbihte hata olmaz, sanatın fonlanması, sermayenin artı-değer hırsızlığına azcık hafifletici bir sebep olacaktır.

Sanat gibi inceltilmiş zevklere hitap eden yaratımlar dolayısıyla da yatırımlar genel itibariyle kentsoyluların elindedir. Yani demem o ki burjuvaların işidir. İşidir de artı-değeri dönüştürecek/aktaracak bizim burjuva sınıfı ne âlemde? Kaldı ki sanatı tetikleyen/tetiklemesi gereken sınai-finans komplekse sahip olan kaç “burjuva” ailemiz kentsoyludur? Sanata ciddi katkısı olan aileleri de biliyoruz. Sanat müzeleri bile var.

Asıl sorun burada. Burjuvalarımıza sesleniyorum: Kendinizi sanata göstereceğiniz heves ve vereceğiniz destekle temize çıkartın. Ha, gözünüz hep mi kârda? Mahrum kalmazsınız. Yapımcılık ya da kâr ortaklığı yoluyla sinema sizin için biçilmiş kaftandır.

Bu noktada parantez açarak özel bir değinmede bulunmak istiyorum. Kendi çocuğunu, aç da kalsan kimseye hissettirme, kimseden bir şey isteme diye büyüten bir zatım. Fakat kişisel çıkar elde etmekten ziyade (ki yapımcı değilim, içim rahat) topluma hizmet eden sanat söz konusu olduğunda hiç utanmam. Toplumdan çıkan artı-değerin urubunun (azın azı) yeniden topluma aktarılması için seve seve uğraş veririm. Parantezi kapattım.

Son günlerde fahri olarak iki sinema projesinin sponsorluk girişimlerini üstlenmeye yeltendim. Gördüm ki bizim burjuvalarda sınıfsal incelik sadece ve sadece kârlarını maksimize etmekten ibaret.

Nedir şu sponsorluk?

Gerek kamu, gerekse özel kurum ve kuruluşların ana faaliyetlerinin yanında belirlemiş oldukları sosyo kültürel hedeflerin de var olduğu konusu tartışmasız hepimizin kabulüdür. Bu hedefleri, genel bir ön kabulle, kavramsal olarak “verimlilik-karlılık ve büyüme” olarak adlandırmaktayız.

Nedense, özellikle özel sektör kuruluşlarının var olma saikleri arasında “sosyal sorumluluk” başta olmak üzere toplumun “kültür ve sanat” hayatına katkıda bulunma bilinç ve idealinin de olabileceği erdemliliği zihinlerimizde pek yer edinmiş durumda değildir. Belki de bunda önemli olan etken, yine yanlış koşullanmalar çerçevesinde kapitalist ekonomik sistemi tam kavrayamayışımızdan ya da sakat önyargılarımızdan olabilir.

Her şeye rağmen, ülkemizdeki ekonomik hayat yapılanmalarının kurucuları ve sürdürücülerinin yönetim olarak modern/profesyonel jenerasyonlara (okumuş oğullar/kızlar) ulaşmaları sonucu bu önyargılarımız kırılmış durumdadır, diyebilecek miyiz?

Görülüyor ki ülkemizde sponsorluk müessesesi hayli ilerlemiş ve çeşitlenmiştir. Ama yetmez! Bazen, bunun bir gösterişten-sükseden ibaret olduğu hissine kapılmıyor değil insan. Şirketlerin sponsorluk müessesesini de ana faaliyetleri kapsamına alma bilinci gelişmiş durumda(mı)dır, diyerek teşvik edici olalım. Faaliyetler içinde belki de verimlilik ve geri dönüş anlamında “hepten” tek zayi olmayan, yatırım/harcama sponsorluk girişimleridir.

Çünkü,

Şirketlerin ana hedefleri ve hevesleri içinde, başat olan duyguların başında gelmektedir “kurumsal kimliğin” sosyal anlamda zihinlerde pekişmesi ve güçlenmesi arzusu. İşte, bu arzulanan kurumsal kimliğin güçlenmesine katkı sağlayan en ucuz yöntemlerden biridir sponsorluk.

Neden daha ucuz yöntemdir?

Sanatı bilen ve tüketen çok büyük genç kuşaklarımız oluştu.

Özellikle hedef kitlesi ve tüketicisinin daha yaygın ve geniş tabanlı olması dolayısıyla sinema filmi sponsorlukları, şirketlerin tanınması ve pozitif algılanması yönünde harcanan medya reklamlarından daha ucuza gelmektedir.

Söz konusu sponsorluk ürününün “haber niteliğinin” dalga boyunu da hesaba kattığımızda etkili ve masrafsız medya reklamının katmerlendiğini de unutmamak gerekiyor.

Hani, bize özgü sıcak bir haslet var ya işte o “gönül bağının” kitlelerle çok güçlü bir şekilde kurulmasına yol açıyor sanat. Özelinde de sinema!

Şirketlerin ve onların sahipliğini üstlenmiş olan burjuva sınıfının kendilerini yeniden var etmeleri dileğiyle adressiz bir dilekçe yazmış oldum.



Yorumlar

Popüler Yayınlar