18- ÇOK BAŞLIKLI BİR FİLM: MÜSLÜM BABA

Bunca yazı yazdım fakat hiçbiri bu yazı kadar başlık doğurmadı. Giriş sahnelerinin akmasıyla birlikte bu film yazılmalı duygusunu uyandırdı bende. Her bir sahnede insanı içine çeken bir senaryosu var. İlerleyen planlar içinde duygu yoğunluklu dramatik sarsılmalara uğradıkça zihninizde kurgulamaya çalıştığınız yazınıza yeni yeni başlıklar esinleniyorsunuz tıpkı filmde anlatılan hayat gibi sinema salonunun karanlığı içinde. Attığımız başlığın hikâyesi işbu hâlden ibarettir.
İyi de dramdan drama, dram içinde duygudan duyguya sürükleyip de yeni yeni başlıklar açan filme dair olumsuzluklar sergileyeceğim yekten. Aman, durun hele bir! Daha yekten art arda olumsuzluklar sıralayacağım diye filmin izlenmez olduğunu sanmayasınız. Bu olumsuzluklar, filmin izlenmezliğini değil, “Müslüm Baba” gerçekliği içinde “olmayanlar”ı ya da olması gerekenleri göstermedir. Ağaca vuran güneşin gölgesi neden yok, deme gibi bir şey olacaktır bu göstermeler.
Bendenizin de içinde bulunduğu bir kesimin, “Müslüm Baba” ikonuna; özelinde de arabesk müziğe mesafeli olmalarından dolayı öteden bu yana oluşan şartlı reflekslerine yenilip tu kaka bir eleştiri yapacağımı düşünebilirler. Neden, derseniz? Filmin kahramanının icracılık kimliğinden hareketle daha afişe bakar bakmaz filme dair zihne ilk çarpan algı gerçekliği arabesk bir yaşantının anlatılması ya da arabesk müziğin ilahlaştırılması şeklinde olacaktır da ondandır. Oysaki ne o, ne o!
Filmin konusu, arabesk eleştirisi ya da güzellemesi değil. E, söz konusu icracı, Müslüm Gürses diye durup dururken çok sivriltilmiş zevklerin adamı pozlarına girerek işlenmeyen arabeskin anti propagandasını yapmaya kalkışmak bizi ofsayt durumuna düşürür. Varsa bir eleştiri ya da övgü, konuya denk düşmelidir. Böyle bir konu olmadığına göre anasını sattığım filmin neresinin neyine, neyi döşeyeceğim ki? En iyisi kalemi kırıp atsak mı? Serzenişimize denk düşecek olan arabeski biz yapalım bari:
“Ben, her yazıda bir çile çekmeye mahkûm muyum / İtirazım var bu kaleme / Benim bu kalemle ne derdim var ki / Bana cehennemi aratmıyor?”
Filmin konusunu oluşturan ve izlenirliğini sürükleyen şey Müslüm’ün nasıl “Baba” olduğu değildir. Yok öyle bir şey! Filmin akışı ne bir arabesk yaşamın ne de entelektüellerce sanat altına düştüğü söylenen bir dalın irdelenmesidir. Bir starın tahtına oturasıya kadar süren ama arabeske kaçmayan acılı yaşam çizgisinin anlatılmasıdır.
Müslüm’ün varoluş süreci bakımıyla millet olarak sosyolojik bir vakıanın içinde olmamıza rağmen filmde sosyolojik bir altyapı irdelemesi olmadığı gibi beklenir ki sosyal psikolojiyi kapsayan bir çözümleme de yok. Aslında bizi filmi izlemeye götüren şey, Müslüm’ün “Baba” ikonu olmuş hâline duyduğumuz ilgidir ama buna dair bir şey yok. Sonuç var, sebep yok. Örneğin görkemli Gülhane konserinde insanlar “Babaaa!” diye kendini paralayıp hatta Baba’ya bir türlü dokunmanın psikolojisiyle ona bıçak bile saplamaya götüren temel sebep nedir? Böylesi bir ikona duyulan toplumsal ihtiyaç nedenlerinin irdelenmesi yok. Bu yönlerinden azade bize gösterilen şey, bu sonucun neden ve nerden geldiği bir türlü vurgulanamayan düz bir anlatımdır.
Toplumun arabeske sürüklenme travması anlatılmazken Müslüm’ün icra-i engel travmasına dair politik bir vurgu da yok değil. 12 Eylül’ün Müslüm Baba gibileri kapsayan yasakçılığına bir gönderme var. İşte Kenan Paşa’mın(!) sesiyle var. Yine “Ordu yönetime el koymuştur.” diyor.  Ha, Başbakan Ecevit’in sesi bile var. Zaten Müslüm’ün yaşantısına denk gelen toplumsal ve hayat gailesi dönemlerine sık sık geri dönüşler var ki filmin ilk yarısı özellikle geçmişe dönüşlerle bezenmiş hâldedir. (flashback)
Müslüm Baba’nın bir şeyi “onaylama ya da söze başlama” ünlemini taklit ederek diyelim ki evveeet, şimdi entelektüelleri tatmin edecek eleştirileri sıralamış olduk mu? Olduk! Oh be!
Filmin künyesine dönecek olursak:
Biyografik bir anlatımı kapsayan hâliyle bol müzikli filmin senaryosunda ve yönetmen koltuğunda çifter imza var. Senaristler: Hakan Günday ve Gürhan Özçiftçi. Yönetmenliğini ise yine geçen yıl aynı tarihlerde gösterime giren, Türkiye’nin Oscar yarışması için aday adayı olarak gönderdiği bizim de yine hüzün içinde izleyip “Koreli Ayla’dan, Sivaslı Satı Kadın’a” başlığıyla yazısını yazdığımız (16 nolu yazımız.) “Ayla” adlı filmin yönetmeni olan Can Ulkay ile Ketche (Hakan Kırkavaç) üstlenmiş. Bir dedikoduya göre galiba Ketche filmi devam ettirmek zorunda kalmış.
Film, bir araba kazasıyla başlar. Kurulu senaryo gereği starımızın hayat hikâyesine inilmesi söz konusu olunca kaza sonucunda koma içinde ameliyata alınan Müslüm Baba’nın ta çocukluğuna giden geri dönüşler (flashback) başlar. Yeşilçam’da izlemeye yetebildiğim filmler içindeki en gerçekçi araba kazası sahnesini bu filmde gördüm. Gerçeğin estetiğini yakalayan bir çekim diyelim. Malum, bizde her daim bulunan teknik ve maddi sorunlar yapaylıklar doğurabilmektedir.
Görüntü ve Sanat Yönetmenlerinin mahareti daha ilk başta iyi ki bu filme gelmişim dedirtecek estetik hazlar sunmaktadır.
Müslüm Gürses’i canlandıran Timuçin Esen, burun makyajındaki abartı ya da azıcık olan beceriksizlik es geçilecek olursa hem benzerlik hem oyunculuk yönünden hakkını vererek oynamış. Filmin inandırıcılığı ya da temsil becerisi açısından her an risk taşıyabilecek bir cesaretle şarkılar Timuçin Esen’e söyletilmiş. Hem de Müslüm Gürses sesine alışkın olan kulakları pek tırmalamadan başarıyla seslendirilmiş.
Müslüm Gürses’in ilk sanat ve delikanlılık yıllarını oynayan Şahin Kendirci’nin seçimi de hem ses hem de fiziki benzerlik açısından tam isabet olmuş. (O, gerçek hayatında bir ses yarışması çocuğuymuş. Gerçeğiyle de filmdekiyle de bağrı yanık bir çocuk. Aman “entel-ketler” bu tanımlamam için “düşkünlük” sempatik kılınıyor, demeye kalkışmasınlar.)
Ayça Bingöl hakkıyla harikalar yaratmış. Anadolu Kadını abidesi portresi çizmiş rolüyle.
Muhterem Nur’u oynayan Zerrin Tekindor bende bir kekremsilik oluşturdu ama ne? Acaba sırf Muhterem Nur’a pek benzememe unsuru mu yoksa başka bir şey mi? Bilemez durumdayım. İşvelilik tebessümü mü sinirsel bir tebessüm hâli yansıtması mı nedir bende tutmayan bu şey? Kastım Tekindor’un oyun gücü değil, tarif edemediğim bir şeydir.
Filmin senaryosu çok acıklı bir aile dramı üzerine kurulu. Müslüm Gürses’in gerçek yaşamı bu ise, bir senaryo abartısı değilse içim çok ezildi, çok acıdım. Annesinin dramına ayrıca kahroldum. Bir kez daha kadınlar üzerindeki erkek egemen anlayışın hoyratlığına öfke doluyorsunuz.
Müslüm Gürses’in hayat hikâyesinden anlıyorsunuz ki erkek egemen anlayışa ve onun doğurduğu sonuçlara olan nefretinden dolayı biyolojik baba olmamaya karar veriyor. Ola ki ben de kendi çocuğuma karşı tekrara düşerim endişesi onu doğanın kanununa sırt çevirtmiştir. Yani canlının türünü sürdürme güdüsünü yenmeye çalışmıştır. Ne de olsa ezilmeyi öğrenen insan ezmeye kalkışmaktadır. Bu korkuyla biyolojik baba olma heyecanından kendini mahrum bırakmıştır. O bir şekilde kendini horlanmış, dışlanmış hissedenlerin Baba’sı olmayı becermiş, onunla yetinmiştir.
Sebep-sonuç ilişkileri kurulmadan da anlatılmış olsa çileli bir yaşam içinde çıkan bir adamın tüm basamakları aşarak yükselişini, kendi alanına taht kuruşunu izliyorsunuz. İcra alanı (arabesk) entelektüellerin dışladığı bir alan da olsa asıl itibarıyla Müslüm Gürses sanat hayatına, Cumhuriyet’in sanat ocaklarından, kalelerinden birisi olan Halkevlerinin Adana şubesinde bağlama ustası ve bir bilge adam olan Bektaşi erenlerinden Limoncu Ali Hoca’nın filozofik önderliğinde başlar. Nitekim Müslüm Gürses zaten evveliyatında klasik sanat musikisi ve gazeller alanında icralarda bulunmuş bir arabeskçidir. Son yıllarında aslına rücu eder şekilde yeni nesil çağdaş müzikçilerle ortak çalışmalara ve çok sesli batı tarzlarına da yönelerek kendine has müzikalitesini ortaya koyduğu gibi kendisine karşı mesafeli-rezervli duran entelektüel kesimlerle de barışabilmeyi becerebilmiştir.
Gerçek hayatta gözlemim şu idi ki hiçbir icracı, Müslüm Gürses gibi şarkının sözleri içine girip onunla bütünleşerek söylememekteydi. Şimdi anlıyorum ki meğerse her şarkısında o hazin travmalı geçmişini yaşarmış. Böylesi feci bir dram içinden çıkagelmiş insanın hayat içindeki direnci ve vakur duruşundan dolayı hem acıyorsunuz hem sevgi duyuyorsunuz.
Biyografik filmler çok güzel ve yerinde olan çalışmalar olmaktadır. Bu filmlere karşı hem ilgi katsayısı artmakta hem de buna bağlı olarak tecimsel başarıya ulaşması kolaylaşmaktadır. Bu denemelerin gerek sinema sektörünü güçlendirmede gerekse kitleleri salonlara alıştırmada büyük katkısı olacaktır.

Yeşilçam sakinleri benden akıllı olduklarına göre daha fazla ukalalık yapmama gerek yoktur, taş yerinde ağırdır.

Yorumlar

Popüler Yayınlar