15- BÜYÜLÜ FENER İÇİNDE BİR EKSPRES

Tümüyle bir büyülenme sağanağı olmasına rağmen sanatın her dalı, her alıcısına/tüketicisine standartlaşmış estetik bir haz vermez. Alıcının (izleyici-dinleyici-okuyucu) illaki bir özel dal yönelimi vardır. Her alıcı her sanat dalını beğeni için kendi meşrebince bir değerlendirmeye ve özel tercihe tabii tutar. Kimisi için şiir, kimisi için heykel, kimisi için tiyatro, kimisi içinse sinema…

Harekete biçim veren sanatlar içinde olan tiyatro ve sinema, -müzik ve edebiyatı da akılda tutmak şartıyla- en yaygın, en çok tüketilen büyülü sanat dallarıdır. Nitekim sinemanın diğer bir adı da “büyülü fener”dir. Beni de en çok büyüleyen birkaç dalın içinde sinemanın hatırı sayılır bir yer aldığını söyleyebilirim. Sinemanın büyüleyen yönü, anlatım olanağının ve görselliğinin geniş ve renkli oluşudur. Tabii bu kanıyı bir başka dal olan edebiyatın anlatım çeşitliliğinin ve olanağının en geniş olduğunu akıldan çıkartmadan söylediğimizi not düşelim. Sinemanın avantajı, göze-kulağa hitap etmesi ve kavranılmasının zahmetsiz olmasıdır. Hoş, tüm ritmik sanatlarda olduğu gibi sinemada da tüketici olabilmek için okuryazar olmaya bile gerek yok. Alıcısının çok olması bir yönüyle bundandır.

Beni yine büyüleyen bir sinema görseliyle karşılaştım. Sesi kısık olan televizyonda bir fragman gözüme ilişti. Gözüme çarpan ani görüntüler, karlı kış manzaralı dış çekim sahnelerinden oldukça etkilendiğim “The Hateful Eight” filmini çağrıştırdı birden. Bir an olsun acaba o filmin DVD tanıtımı mı dedim ama değil. Sesi açtım… A, ortaokul birdeyken izlediğim ama benim gibi kıt hafızalı birinin tabiatıyla ayrıntılarını çoktaan unutmuş olduğu “Şark Ekspresi’nde Cinayet” filminin yeni versiyonuymuş. Hem yenisine hem büyüsüne aniden kapılarak bu görselliği muhteşem olan filmi izleyip yazmam lazım dedim ve sinemanın yolunu tuttum.

Bir polisiye gerilim filmi. Agatha Christie’nin birçok romanında ana karakter olarak kullandığı/yarattığı Belçikalı dedektif Hercule Poirot’nun en ünlü maceralarından birinin anlatıldığı “Doğu Ekspresi’nde Cinayet” romanından beyazperdeye aktarılan aynı adlı bir film bu. Bize pek yabancı olmayan en ünü romanlarındandır. Zira Agatha Christie’nin bu romanı İstanbul Pera Palas otelinde kaldığı 411 nolu odada yazdığı söylenir. (Aslında bu bir rivayet olarak kabul edilmektedir. İspatlanmış bir şey değildir. Otel aynı ticari kaygıyla reklamasyon babında 410 numaralı odayı da bizim Ahmet Ümit’e vermişti.)

Bu roman 1974’te yönetmen Sidney Lumet tarafından güçlü oyuncu kadrosuyla birlikte sinemaya uyarlanır. Şimdi de Kuzey İrlandalı yönetmenin Kenneth Branagh’ın aktarımıyla yeni versiyonu sinemalarda. Aynı zamanda Agatha Christie’nin vazgeçilmez karakteri dedektif Hercule Poirot’yu da yönetmenin kendisi canlandırmaktadır. Yine oyuncular ve oyunculukları çok müthiş. Filmde, yolculuk sırasında işlenen bir cinayet çözülmeye çalışılmaktadır.

Dedektif Poirot, trendeki iş adamı Ratchett’ın öldürülmesinin ardından yolcuları tek tek sorgulamaya başlar ve görülecektir ki kimse kendi küçük dünyasında masum değildir. Yalan dolanlar ve umulmadık ilişki ağları tam anlamıyla polisiye hâller alır. Dar alanda dağ başında çığ içine saplanmış bir trende kuru kuruya beklemek olmazdı. Kişilerin gizil ilişkileri izleyiciyi sıkılmadan perdeye bağlayacaktı yoksa filme dağ sessizliği çökerdi. Yalnız, bir kusur da bulmamız gerekiyor. Küçük bir topluluğun, kara saplanmış trenin kurtarılmasını beklerken, dar alandaki yaşantılarının biteviyeliğinde izleyici kurtarmak için dedektifi o kadar merkeze çekip otomatik ses makinesi gibi durmadan konuşturan bir metin yüklemenin âlemi yoktu. Konuşma hızından altyazıları kaçırır olduk.

Ortada, her türlü usta işi tasarlamaya rağmen yine de kusursuz olması düşünülemeyecek bir cinayet olacak… Eh tabii ki olay mahallinde bir yığın da sosyal statüleri gereği asla şüphelenilmeyecek(!) şüphelilerin içinde işinin ehli bir katil bulunacak... Ve tabii ki de sürpriz değil, zaten biliyorsunuz yaman mı yaman bir de dedektif gerek. O da var! Gerilimli polisiyenin sacayağı tamamdır. Bu arada önyargılarınızdan kurtulun! Katilin uşak olmasını beklemeyin. Günümüzde kimsenin uşaklıktan başka bir işe yöneldiği yok, çoğunluk “uşaklığa” sarılmış durumda. O nedenle fiili cinayete son verdiler, şimdi zihni cinayet işliyorlar. Böylece filmin içinden çıkarak güncel sosyo politik ironimizi de yapmış olduk(!)

Olmazsa olmaz sonuç: Yaman dedektif illaki galip gelecek ve kördüğüm çözülecek. Olmazsa olmazın kaçınılmazlığını ta başta izleyiciye gizil bir yedirmeyle muştulamak için bir acar dedektif atraksiyonu çok yerinde olur. Film ya da roman boyunca dedektifin üstün dirayetine hem şaşmalıyız hem güven duymalıyız. Hatta biraz da şaşkın, dalgın ya da komik karakterli olabilir ama bunların hiçbiri onu iş ciddiyetinden alıkoymamalı, koyamaz da.

Evet, yaman ve acar bir dedektif yaratalım! Dedektifimize bir tren yolculuğunda işlenen cinayeti çözdürelim. Mademki kurgumuz böyle o zaman bu filmde dedektifimize yolculuk yaptırtacağız. Ha işte dedektifimizi bir zamanlar bizim İstanbul-Paris hattında gidip gelen “Şark Ekspresi”ne bindirelim. Onu önce bir hırsızlık vakıasının çözümü için İstanbul’dan öte bir yere gönderelim ki dönüşünde de güya tatil niyetine İstanbul’a uğramış olsun. Memleketine dönüş yolculuğunu da Karaköy’de pidecide karşılaştığı “Doğu Ekspresi”nin İşletme Müdürü’nün daveti üzerine bizim trenle yapmış olsun ve ekspresimizin içinde olaylar gelişsin. Hem fena mı olur bu vesileyle İstanbul’un 1930’lu yılardaki otantikliğinin nostaljisini yaşarız birkaç kare de olsa. Tren-vapur-otantik Karaköy siluetleri falan iyi gelir. Şahsen sırf bu hevesle filmi izlemek istedim desem yalan olmaz.

Evet, İstanbul’dan öte nereye gönderelim dedektifimizi? Tamam, Kudüs olsun… Ağlama Duvarı’nın önüne, hırsızlıkla itham edilen -üç dini temsilen- hahamı, papazı ve imam efendiyi dizelim… Eyvah, hırsızlıkla itham edilen şahıs hangi dinin temsilcisi çıkacak? Bu manidar seçimle o din aleyhinde nasıl bir "subliminal" düşmanlığa yönlenecekler? Agatha Christie ile senarist “gâvur” olunca insan acaba imam efendiyi mi suçlayacaklar diye derin kaygıya kapılıyor.

Bu kaygımın çok yersiz olduğunu anında kavradım. Canım efendim, yapıtı niçin gereksiz bir tarafgirlik tartışmasının içine soksunlar da ticari zafiyete uğratsınlar ki? Tek bir kriminal ipucu üzerinden dini ikonlar dışında temsil yeteneği olan müze güvenlikçisini suçlu olarak şapadanak yakalatarak tek ipucuyla sonuca gitme kıvraklığıyla dedektifin ne de bir yetenekli yaman olduğunu da izleyiciye “subliminal” olarak yedirmiş oluruz.

Böylece filmimizin esasına döner izleyiciyi sıkı sıkıya perdeye bağlamış oluruz. Belli ki bu dedektif çok heyecan yaratacaktır.

Polisiye gerilim sevenler ve sevmeyenler için sunulan manzara aşkına izlenilecek bir film.

*

YAZARIN NOTU: Hafızamızın her an ihanet edeceği kaygısıyla yaşadığımız için yazdıklarımız martaval olmasın diye zihnimizdeki bilgilerin doğruluğunu test amacıyla “Pera Palas”ın 411 ve 410 nolu odaların sırf müze olarak mı kullanıldığını yoksa sadece oda isimlendirilmesiyle yetinilip satışa sunulup sunulmadığını otel yetkililerine teyit amacıyla telefon açmak istedim. Karşıma çıkan adam, “Buyurun, Pera Palas…” deyince gerisini algılayamadan konuyu anlatıp sordum. Bilmiyorum abi, dedi. Sertçe sen, nasıl oteli temsilen ilgisiz resepsiyon elemanısın, dedim. Abi, burası Pera Palas Taksi Durağı otelin içiyle bir ilişkimiz yok… Gülüştük! İnternette Pera Palas kaydını görünce gerisini okumadan numarayı almışım. Taksici arkadaşa kamuya açık özür sözü verdiğim için buraya not düştüm. Sonra gerçek resepsiyon Burak Bey çok nazik ilgilendi. Odalar Agatha Christie’nin ve Ahmet Ümit’in kişisel birkaç eşyaları ve kitap eklemeleri falan eşliğinde satışa sunuluyormuş. Beni de ağırlamak istediklerini söylediler. Hadi hayırlısı! Yazıyı okuyacaklarını söylediler; ona da teşekkürler… 



Yorumlar

Popüler Yayınlar