24- GÜZEL OĞLUM

Sadece ben değil. Bu filmi yazarken belki de kimi yazarlar ilk kez kendi öz yaşamlarına değinir olacaklardır. Ne demek istediğim ya da bu eğilim, yazının sonunda tekrar değineceğim Mehmet’in hâletiruhiyesiyle daha net olarak anlaşılacaktır.
Bağımsız bir yazıda bütünüyle öz yaşam yazılsa hiç kuşkusuz yadırganmaz. Kaldı ki bu bir edebi türdür. Perdede karşılaştığım sürprizin etkisiyle ister istemez duygu yüklenimimden dolayı bu yazıda farklı bir yönteme yöneleceğim. Özellikle böyle istiyorum. Bu nedenle filmdeki anlatımlar üzerinden yeri geldikçe öz yaşamımla koşutluklar kuracağım. Yöntem olarak bağımsız paragraflar oluşturmayı düşünürken tam yerinde parantez içi açılımlar yapmanın daha iktisadi olacağını düşündüm.
Şimdi yazacaklarımın ilk iki cümlesi doğru bir tespit olmakla birlikte ondan sonrasını kendime yönelik ironik değinmelerle sürdüreceğim paragraf sonuna kadar. Evet, kimi yazarların yazılarında öz yaşamlarına dair nüveler bulunmaz. Yarın bir gün edebiyat tarihçileri onların sanatlarını/yaşamlarını irdeleyecek olsalar öz kalemden çıkan kaynak konusunda zorlanacaklardır. Bu işler belli olmaz, hazırlıklı olmak lazım (!). Ol bu sebepten yazılarımda serpiştirmeler ziyadesiyle vardır diye düşünürüm. Dolayısıyla edebiyat tarihçilerine kaynak serpiştirmekle kalmayıp hayatımın senaryolaştırılmaya kalkışılmasını hem kolaylaştırmış hem de ona davetiye çıkartmış oluyorum (!). (Şu an yazıladuran bir romanda olumlu ya da olumsuz olduğunu bilemem ama karakterime dair oldukça geniş bir yer verilmiş durumdadır. Diğer değerli bir romancımızın yeni bir kitabında beni karakter olarak kullanacağını duymuşluğum var. Bilmiyorum ne oldu? Şimdi o saygın çevrelerden ayrıyım.)
Kitap kapağına vurulur gibi daha baştan ismine vurulduğum bir film var gösterimde. Bu filmde baba-oğul hikâyesi var. Az yaş farkıyla çağdaş olan oğullarımız olduğuna göre gazeteci-yazar, sevgili dostum Mehmet Kara’yla izlemenin yerinde olacağını düşündüm. (Enerji Günlüğü Genel Yayın Yönetmeni ve Dünya Gazetesi Enerji Editörü/Köşe Yazarı) Belli ki dram var. İki ağlağın sırt sırta vermesinde yarar var. Bendeniz her bir hâl içinde devinimi temsil ederken o, sükûnet içinde yaşayan bir adamdır. Aslında Mehmet’le ikimizin aritmetik ortalamasından çıkacak olan varlık, normal bir adamdır.
“Benim Güzel Oğlum”
Ağzımdan çıkan hiçbir söz bu kadar yerini bulmazdı. Onu büyüttükçe ben gençleşirdim; onu büyüttükçe kendimi unutmakla kalmaz, dertlerimi de unuturdum. Aslında birlikte büyüyorduk. Tıpkı annesini “büyütürken" olduğu gibi! Onun varlığı, ruhumu sağaltandı!
Hayatımın en güzel yıllarıydı, diye andığım o günler içinde verdiğim emeğin karşısında şu sözü çok duydum: “Yarın bir gün yüzüne bakacağını mı sanırsın?” Cevabım: Haklı da çıkabilirsiniz! Fakat yarının olasılıkları üzerine bir masumun arınık bir şekilde büyütülmesini ihmal edemem ki!
Bir film kritiğindeki bu girizgâhları anlamlandırmak için filmin içinden geçen bir özdeyişi kullanmalıyım. Yazılarımda yeri geldikçe kullandığım bu söz öbeğini perdede görünce kendimi biran olsun senaryo sahibi gibi hissettim. Oğluna karşı coşkun sevgi halesi taşıyan filmdeki babanın ve oğulun dramını özetleyen o söz şuydu:
“Hayat, sen başka başka planlar içindeyken başına gelenlerdir.”
İzle ki göresin! Geleceğe dair ne umarken ne buldu o baba? Tabii ki bu hayal kırıklığı çocuk için de geçerli olacaktı.
Benim için heyecanla hüzün bir arada oldu. Nedeni şu: Bu filmin evlilik sonrası yaşamımla aynılıklar taşıdığını gördüm. Uyuşturucu ve üvey anne faslı hariç birebir sanki öz yaşamımı anlatır gibiydi. Hemen not düşeyim ki baba-oğul yaşamımızın tamamını değil, temel omurgasını ele vermektedir. Dolayısıyla film içinde spoiler (ipucu-açıklama-parça) verirken asıl kendi hayatımı anlatır gibi olacağım.
“Güzel Oğlum”, biyografik dram filmidir. Yaşanmış bir hayat, daha doğrusu karşılıklı olarak cephe açılmış hayatların filmidir. Babadan, ergenin bağımsızlaşma savaşına karşı açılan istem dışı bir cephe ki bu bir ebeveyn hastalığıdır. Büyüyen yavrusunu bebekten öte görememe sendromudur. Aynı zamanda ergenden, babanın manevi sermayesine (evlat duyarlılığına) karşı yine bilinç dışı açılan cephenin filmidir bu.
Filmde, bir yandan baba, diğer yandan bir can oğul var. (Tıpkı biz gibi.) Baba, gerçek yaşamda dergi ve gazetelerde incelemeleri, makaleleri yayımlanan serbest yazar-gazeteci David Sheff. (İşte ben.) Oğul ise, yaşama steril olarak bakan bu babanın oldukça donanımlı bir şekilde yetiştirdiği, konsantre olmuş sanatlardan hoşlanan Charles Bukowski’den Scott Fitzgerald’a kadar geniş okuma yelpazesi açan yazarlığa eğilimli bir çocuk olan Nic Sheff. (İşte bu da oğlumun prototipi. Bir kitap kurduydu. Oğlumun ilkokul öğretmeni olan Orhan Hoca, sık sık dikkatimi çekmek için “Dikkat ediver, oğlun yazar olacak bir çocuk.” bildiriminde bulunurdu. Üniversite sınavında beni şaşırtan bir şekilde bu okumalara elverişli paraleldeki gözde bir okul kazandı. Muhalif şerhimi düşmekten de geri kalmayayım: Bütüncül örgün eğitim sistemi tutarlı olmuş olsaydı oğlumun kazanması mümkün olmayacaktı. Maalesef ki üniversite sistemi seksen öncesine göre "tıtı vırı"dan ibarettir.)
Anne-baba ayrılmışken velayeti anneden olmasına rağmen oğul Nic’in bakım ve büyütülmesini babası üstlenir. (Tıpkı bizimkisi gibi.) Baba, yaşamını tümüyle oğluna vakfetmişken diğer yandan da kendisine yeni bir yaşam kurmayı becerebilmiştir. (Kendimi vakfetmeyi en üst derecede becerirken ne yazık ki filmin babası gibi yeni bir yaşam kuramadım.) İkinci evliliğinden de kız ve oğlan olmak üzere güzeller güzeli iki çocuk sahibidir. Birinci kadındaki oğul Nic’in kardeşleriyle aralarında “üveylik” farkındalığı var mı? Ne münasebet? Bir üvey anne ki dostlar başına! Nic’e karşı öz anneden daha sevecen, daha ilgili, daha sevgili. (Bizimkinde bu rolü iki yaşına kadar benimle beraber üstlenen mürebbiyelerimiz vardı. Kendilerine her daim müteşekkirim.)
Nic, yeşilliklerle çevrelenmiş kitaplarla dolu bir “kütüphane ev”de sevgiyle sarmalanmış bir hayat içinde görünürde hiçbir eksiklik yokken uyuşturucuya düşer. Denemediği uyuşturucu kalmamıştır. En sonunda beyni felce sürükleyen “Kristal Met” denen bir uyuşturucunun müptelası olur. (Benim oğlum da ne mutlu ki filimde betimlediğim böylesi bir ev içinde doğup büyüyerek hayat yoluna çıkmıştı. Yine ne mutlu ki sigaradan bile nefret etmeyi kendiliğinden öğrenmişti. Erken çocukluk dönemindeyken bir yaz mevsiminde köyümüzdeki yaşamımızda elimdeki sigarayı attırma çabası özellikle köylülerimizi çok güldürür ve takdir toplardı.)
Baba, oğlunu kurtarmak için bir “melek” olan üvey annenin de şefkatli desteğiyle amansız bir savaş içine girer. Uyuşturucu batağına düşmüş olan oğul, sık sık evi terk eder. (Kaybolur.) Nic’in yine kaybolduğu bir gün onun odasındaki masa üzerinde bulunan deftere çaresizlik içerisindeki baba, yürekleri derinden burkan şu sözleri yazar:
“Oğlumu gördün mü, güzel oğlumu? Görürsen ona selam söyle!”
Baba, eğer oğlunun başına bir şeyler gelmeden eve dönecek olursa bu sözleri görüp hâlâ sevildiğini anlayacağını ve bundan etkileneceğini düşünerek yazmıştır. Nic, tabii ki uzun süre sokaklarda yaşayamayıp sık sık geri dönüşler yapmaktadır. Bu dönüşünde babasının bıraktığı notu okuduğunda derinden sarsılır. İşte yürek burkan bu nottan sonra hasretle babasına sarılırken bir kez daha karşılıklı olarak “Her şey… Her şey!” derler.
Babayla oğul, çocukluk dönemlerinin zorlu anlarında, örneğin veda anında birbirlerine sarılıp da “Her şey… Her şey” dediklerinde tüm dertleri biter bir hâl alıyordu. Bu söz, onların veda ayinleri gibi bir şeydi. Anlamı “Seni her şeyden çok seviyorum.” demekle birlikte güven tazelemekti. (Burası da tıpkı bizim ritüellerimiz gibi.)
Bunun üzerine oğul Nic, içine düştüğü uyuşturucu bataklığından kurtulma mücadelesine yeniden yeniden olduğu gibi bir daha girişir.
Dolayısıyla hem babasını mutlu etmek hem de kendisini kurtarmak için üniversiteye yazılır. Çocuk, kurtulmak için gerçekten çırpınmaktadır. Üniversiteye devam ederken bir yandan da çeşitli rehabilitasyonlar içine girer uzmanlar eşliğinde. Girer de hem kendi girer hem kendi kaçar. Baba, her seferinde yılmaz bir şekilde oğlunu kurtarmalara çalışırken oğlu her seferinde bataklığa tekrar döner. Bu arada edindiği yavuklusunu da aynı bataklığa sürükleyiverir.
Baba, kontrolü bırakmaz. Çocuk bu arada babanın kendisini kontrolde tutmasından sıkılır. Hoş, bu çocukluk döneminden beri böyledir. Ama oğul, artık çocuk olmadığının, bağımsızlaşma çabası içinde olan bir birey olduğunun babası tarafından da kabul edilmesini ister. Baba da haksız değildi. Bu, boşanma sonrasının anne boşluğunu bilir veya bilmez bir şekilde babanın doldurmaya çalışırken çocuğun üzerine fazla eğilir görünmesinin yarattığı sanal bir kontrol baskısı olsa gerek. Baba, iyilik yapma kaygısı içindeyken oğul suçlama insafsızlığı içindedir. Maalesef korumacılıkla bireyleşme çatışması kaçınılmaz olmaktadır. (Paragraf boyunca yaptığım açımlamanın özeti olan
son cümlem yine filme koşut giden bendenizin öz yaşamına bir gönderme kabul edilmelidir.)
Filmin insanda burukluk oluşturan hayli dramatik iki noktası var. Birincisi, öz annenin en sonunda devreye girmesine rağmen baba, "kurtarmaktan vazgeçmenin de bir kurtarma şekli" olacağını düşünerek oğlunun peşine düşmekten vazgeçer. Babanın bu kararından sonra çocuğun tekrar eve dönmek için babasına yalvarıp da babasının acı içinde onu reddetmesi yüreğimi derinden dağladı. Çaresiz babanın bu ters direncinin işe yarayıp yaramadığını görmek filme kalsın. (Babanın karar şekli de benim şimdilerde içine düştüğüm elem verici bir girdaba dönüşmüştür.)
İkincisi, uyuşturucu bataklığında ölmüş bir gencin annesinin rehabilitasyon merkezindeki konferansta söyledikleriydi. Hem felsefi ağırlığı olan hem de çok acı bir sözdü. Diyordu ki:
“Evet, ölenlerin yasını tutmak uzun sürmez. Oysa hayatta olanların ve yaşayan bir ölüden farksız olanların yasını tutmak çok daha uzun, hatta bir ömür sürer.”
Senaryo:
Filmin konusu baştan aşağı gerçek hayattan alınmıştır. Tanımlamaya çalıştığımız şekilde gazeteci-yazar bir baba (David Sheff) ile güzel sanatlara ve edebiyata düşkün, yazarlık eğilimini ve niteliklerini içselleştirerek büyüyen bir çocuk var. (Nic Sheff) Bu çocuk uyuşturucu bataklığına düşer. Uyuşturucu mücadelesi içinde çıkagelen baba ile oğul hatıralarını ayrı ayrı kendi cephelerinde yazarlar. İki ayrı senarist oturur, bu iki ayrı kitabı (Beatiful Boy ve Tweak: Çok satan iki ayrı kitap.) senaryolaştırırlar. (Luke Davies ve F. V. Groeningen)
Filmin yönetmeni, senaryo yazarlarından birisi olan Belçikalı Yönetmen Felix Van Groeningen’dir. Belçikalı ama bu filmi Amerikalılar adına İngilizce olarak çekmiştir.
Baba rolünde Steve Carell’i, oğul rolünde ise Timothee Chalamet’i görmekteyiz. Baba rolü altına giren Steve Carell önceki rollerinin tersine dramı da mükemmellik derecesinde oynamış. Oğul rolündeki Timothee Chalamet’i de çok inandırıcı ve başarılı bir oyunculuk sergilemiş. Yoksa film film olmazdı. Duyguları kabartmaya-sömürmeye yönelik tecimsel bir çalışma olup çıkardı.
Görüntü seçimleri güzel olduğu gibi müzikler de istenilen heyecanı ve dramı verebilmiş. Toronto Festivali’nden ödülle dönmüş bir filmdir.
Film, olaylar silsilesi içinde düz akış hâlinde giderken başa gelen her kötü yaşantının satır başına, yani o dramatik noktaya nasıl ve ne şartlar altında gelindiğini hissettirmek için izleyiciyi flashback (geri dönüş) yolculuğuna çıkartır. Bu şekilde gelinen kötü yaşam noktasına aslında iyi olunan bir noktadan gelindiğini işlemek için şimdiki yaşantının zıddı olan o iyi günlere flashbackler yapılmaktadır. Böylece izleyicileri ister istemez duygusal boğumlar içine sürüklemeyi başarıyor. Babanın acılar içerisinde çocuğunun geçmişine dair imgelemelerle yaşadığını duyumsamış oluyoruz. Zihinde sürekli onunla bir yaşama hâli mevcuttur. (Anadolu’daki çocukluğumuzda filmler izlerken bu geri dönüşleri “Filmin oğlanı/kızı hayal görüyor, diye adlandırırdık.)
İzlenilmesi konusuna gelince:
Dostum Mehmet, ilgiyle ve duygu travmaları içinde izlerken ruhen sıkıldı. Onu yine en iyi ben anlayacaktım bir baba olarak. İnsanlar evlat konusunda olası kötü yaşantıların kendilerine anımsatılmasından hoşlanmazlar. Ya benim de başıma gelirse, sendromu nükseder.

Mehmet’e hissettirmesem bile aynı sendromu daha şiddetli yaşayan bir tipim. Fakat hikâyenin öğreticiliği açısından “bana olmaz”ı yıkmak için izlenmelidir. Öyle ya yeşillikler içinde kütüphane evden çıkan bir çocuk nasıl olur da böyle savrulabilmiştir?

Yorumlar

Popüler Yayınlar