5- NADİDE HAYAT

Kimselere pek yar olmayan bir şey varsa, o da:

“Nadide Hayat”

Elbette çıkacaktır, bir zehir zıkkım eden!

Çağan Irmak’ın filmi beni gene ağlattı desem, hem alışıldığı üzere pek klasik olacak hem de kimsenin ağlamadığı, aksine ince ince güldüğü filmde ağlamayı da nereden çıkartın, diyecekler. O zaman cümleyi düzeltiyorum:

Herkesin güldüğü filmde, neden benim gözlerim dolu dolu oldu ki?

Özellikle ilk yarıda, göz pınarlarıma bir damla yaş daha gelse, hislerim doldu dolacak, içi ezilen bir adam olarak, sükûnetli bir ağlama moduna hazırım!

Acaba kimin hikâyesiyle kendiminkini özdeşleştirdim?.. Bilinçaltımı ya da üstünü dışa taşıran neydi?

Ben, filmdeki Kaptan İsmail miydim, Nadide Hanım mıydım, Hoca Hanım mıydım, yoksa araştırma gemisindeki öğrencilerden herhangi birisi miydim?

“Nadide Hayat” filminde, başkaları (âşık olduğu adam) için kendi hayatını erteleyen bir kişinin kaçırdığı-ıskaladığı hayatı yeniden kazanma çabası anlatılmaktadır.

Bendenizin son dönem hayat mücadelesini göz önünde bulunduracak olursam yukarıdaki sorduğum sorunun cevabını bulabilirim: Zannımca ben, “Nadide Hanım” oluyordum.

Kimi erkekler, kadını hizmetkârı olarak görürken, kimileri de kendini toplumsal hayat içinde kadının ön planda rol alması gerektiğine inandırmıştır. Bu inandırma, bizim gibi geleneksel toplumlar içinde anca derin bir felsefi terbiyeyle olur.

Bu etki ve düşüncelerle filmin içine dalmaya devam ediyorum…

Artık, Türk sinemasında kimi yönetmenlerin kendi dilinin belirgin şekilde oluştuğunu gözlemliyor ve bu dili anlıyoruz... Bu noktada birazcık sinemanın bu anlamda tarihsel akışına ve ardındaki sosyolojiye değinme ihtiyacını duyuyorum. Merakım, bu aşamaya nasıl geldiğimiz üzerinedir.

Sinemamız, öyle pek de uzak olmayan bir zaman öncesine kadar star sistemine dayalıydı. Şu an sinemamızda starlık geleneği sıfırlanmış durumdadır. Ne güzel!

“Holivud”da ortaya çıkan star sistemi, tüketim ekonomisinin pompalandığı kapitalizmin emellerine uygun olarak pazar yaratmak üzere bir oyuncunun, düşleri süsleyen özel yaşam ışıltılarının topluma gösterilerek gündemde tutulması ve bu yapay imaja denk gelecek rollerde oynatılmasına dayalı bir sistemdir. Yani, “gişenin ön hazırlığı” diyebiliriz.

Star sistemi, sinemanın kurumsal (stüdyo) olarak endüstrileştiği 1930’lu, 40’lı yıllarda doruğa ulaşmış… Yaygın reklam yöntemleriyle görünüşleri, hareketleri taklit edilecek efsaneleşmiş starlar yaratılarak yapay yaşantıları geniş kitlelere ustaca pazarlanmış... Bunu destekleyen para kazanma alanları çeşitlendirilmiş, yan bir ihtisaslaşma alanı bile oluşturulmuştur. Bu pazar ihtiyacından hareketle sinema-magazin dergiciliği ve dedikodu yazarlığı popüler bir meslek haline gelmiştir.

Derken 1950’li yılların sonuna doğru gelindiğinde bu stüdyoların gücünü yitirmesi ve en sonunda “Marlin More”nin devrinin kapatılmasıyla birlikte “oyunculuk gücüne” dayanarak gerçek şöhreti hak edenler dönemi başlamıştır.

Bizde ise stara dayalı sistem tam da “Küçük Amerika” ya da her mahallede bir milyonerin yaratılacağı dönem olan 1950’lerde yani, Amerika’da kapanan star döneminin devamı gibi takliden başlatılmıştır. 1970’lerin başına kadar (12 Mart diyelim) sürmüştür. Daha sonra Yeşilçam’ın krize girmesiyle seks filmi furyası başlar… Umulmadık oyuncular bile soyundu. Çok özür dileyerek, yanlış anımsamıyorsam, Fatma Girik üzerine bile oynandı. Nitekim, şimdi aklıma gelen Fatma Belgen tam soyunmaya doğru yol alırken başlangıç kariyerleri pozitif olan Arzu Okay (ah, çocukken âşıktım) Mine Mutlu, Feri Cansel… Tam soyunmaya doğru yol aldılar. Eh, Nükhet Duru-Seyyal Taner… Hep kadın olmasın, erkek olarak çeşni katmak için Ali Poyrazoğlu’nu da unutmayalım. Oysaki Poyrazoğlu bir entelektüel tiyatrocudur. Hadi, Bülent Kayabaş da promosyon olsun. Fikret Hakan bile pay kapmıştır.

Amerikan usulü, kendi pazar imajlarına uygun senaryo yazılan starlarımız: Türkan Şoray, Fatma Girik, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit, Belgin Doruk… Ayhan Işık, Göksel Arsoy, Ediz Hun… Yılmaz Güney’i ise bu kategoride görmüyorum. Belki(?) başlarda olmuştur.

Bizde de geç dönem olarak “artist yarışması” ve magazin gazeteciliği yan alan olarak çıkmaya başladı. E, Küçük Amerika’ydık ve büyük ağabeyi taklit edecektik elbette. Cumhuriyet gazetesinin 1932’de düzenlediği güzellik yarışmasını ayrı tutuyoruz.

Derken 1980’ler sonrası sinema kabuk değiştirdi ve star döneminden sonra “oyunculuk gücünü” baz alan yönetmen ve senaryo dönemine geçildi. Böylece sinemamız gerçek anlamını buldu. Ha… Sinemamızın dünya sinemasına ve mevcut durumuna göre daha iyi aşamasına gelip gelmeme konusunu uzmanlarına bırakalım. –küçümsememekle birlikte bir dip not düşelim: Bir gecede senaryo yazılıyordu. Örneğin Safa Önal’ın 400’den fazla senaryosu var.- Yönetmenlik geleneğinin başlatıcıları ve temsilcilerinden kimilerini hafızamızı zorlayarak çıkarmaya çalışalım:

Çağan ırmak, Zeki Demirkubuz, Ferzan Özpetek N. Bilge Ceylan, Mustafa Altıoklar, Fatih Akın, Ezel Akay, Derviş Zaim, Özcan Alper… Yaş ve mesleki kariyer olarak önceden gelen, kendini aşmış, anımsayabileceğim yönetmenleri de analım: Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Yavuz Turgul, Tunç Okan, Yılmaz Güney, Yavuz Özkan, Sami Günal… İlginçtir, filmleri marka haline gelmiş eski yönetmenlerimiz de var. Ertem Eğilmez’in Hababamları.

Tekrar star sistemine dönecek olursak, azgelişmişliğin sosyolojisinde yatar bizdeki star mantığı. Çünkü biz önde-görünüşte olanı severiz. Bu politik bilinç(sizliği)imize de yansımıştır. Bir şehrin altyapı tamamlama çalışmasını yapan belediye yönetiminin kıymetini bilmeyiz-takdir etmeyiz de gösterişi, mimariye ve kent bilimi prensiplerine ters düşen üstyapı çalışmaları yapanları ödüllendirir, gider yine oyumuzu onlara veririz. Birçok kentimizin içerisinde çoğu ilçemizden büyük, yeni mahalleler kurulur ama, alt yapı sonra yapılmaya kalkışılır, yapbozla. Fakat, bu ne rezalet, bunlar insanın kendisine değil, oyları avlamaya yönelik çalışmalar, altyapısız kent mi olur, demeyiz. Sadece üstünü ve önde olanları görür, helal olsun çalışıyorlar, deriz.

Azgelişmişliğin sosyolojisinde tüketim-gösteriş toplumu bireyleri ağırlık teşkil eder. Azgelişmişliğin pençesinde yoksulluklar ve yoksunluklar yaşanır. Düşlerde ve akılda hep bir kurtuluş hayali, sınıf atlama, kör talihi yenme düşleri…

Eh, sosyal hayat bu olunca sineması da bu özlemleri önce dramatize eden, gıdıklayan, çaresizlik duygusunu kamçıladıktan sonra bir üst hayata (üst yapı) atılmayı vaat eden, beceren kişilikler, karakterler yaratılmalıdır ki özlenen bu hayatların alıcıları tarafından star ikonları da kolayca kabullenilebilsin. Senaryosunu, yönetmenini kim neylesin! Aslolan, hayalleri geliştiren ve cici hayatlar kuran rol model olan starlardır. O nedenle star yaratılmıştır.

İşte bu süreç içerisinde bizim sinemamız da star adıyla anıldı: Türkan Şoray’ın filmi, Fatma Girik’in filmi, Cüneyt Arkın’ın filmi, Ediz Hun’un filmi vb. gibi adlandırılırdı.

Şimdi, açımlamasını çok ileri götürmeden bir değinmede bulunmak istiyorum. Bizdeki yönetmenler, oyuncu rejiminde “saplandıklarında” kalıyorlar. Ticari kaygıdan dolayı yeniyi deneme riskine girmek istemeyişlerinden midir, yoksa hayır, olamaz olamaz bundan başkası oynayamaz, senaryonun ruhunu veremezler korkusu mudur? Eğer bunlar haklı birer “hezeyansa” o zaman benim sinemacı bir arkadaşım ya geri zekâlı ya da cahil cesareti taşıyordur. Bir gün bana, senin oynayacağın bir komedi filmi yapalım, demişti. Saymak uzun sürer, her yönetmenin bir gettosu var. Yabancı sinemalarda nasıl?

Sinemanın derin dehlizlerinden çıkıp, “Irmak” sokağına yeniden dönecek olursak, Çağan Irmak çektiği bu yüksek kalibreli komedi filminin gala sonrası bir beyanatında demiş ki:

“Giysilerim her zaman değişebilir ama içindeki hep benim.”

Evet, “Ben, bir Çağan Irmak filmiyim.” diyor. Hani biz, “ağlatan adam” diyoruz ya gerçekten komedi de olsa sizi bir yerlerinizden tutarak sızlatıyor; eğer ki yüreğinizin bir köşesinde geçmişe dair sevginizi, sevdanızı, özlemlerinizi köreltmemişseniz. Duygulandırılışınızın zirvesinden aşağı bakarken bu insanların içinde yine mi kaybolacağım, diyebilecekseniz siz, duygu yüklü bir insansınız demektir. Size kendi hayatınızdan en az bir şey anımsatmış demektir bu film.

Dram, komedi iç içe… Bunun yanında yaşlı bir hayat erbabının imbiğinden süzülmüş hayatın felsefesini öğreniyorsunuz. Filozofik bir yan da var. Keşke hafızam güçlü olsaydı da birebir buraya bir iki örnekleme aktarabilseydim.

Çağan Irmak’ın filmlerindeki diğer bir belirgin özellik de müzikalitedir. Bunun sırrını geçen gün katıldığı bir magazin programında tesadüfen yakaladım. Müziklerini bir “klasik” danışmanı aracılığıyla seçtiğini düşünürdüm. Oysaki, müzik sanatını en az heves yönünden daha da yüksek derecede sevdiğini öğreniyorum. O da benim gibi keşke söyleyebilseydim, diyenlerdenmiş. Klasikleşmiş Anadolu müziğine saygısı ve sevgisi olanlardan. Bravo! Bu filmde de Selda Bağcan sesinden konuya uygun bir selam çakmış.

Özellikle gemideki kamera kullanımında fizik kurallarına aykırı bir durum var ama rahatsızlık verici boyutta değil. Şöyle ki: Oynak bir zeminde kamera ve obje oynak zeminin tabanına oturtulmuşsa isterse emme basma tulumba gibi hareket etsin kadraja giren alan görüntüsünden biz o zeminin hareketliliğini ve sahnenin oynaklığını anlayamayız. Ta ki hareketin ivmesini anlaşılır kılacak sabit bir nesnenin örneğin dağ gibi bir unsurun geri planda kadraja girmesine kadar. Bana öyle geliyor ki gemide ya omuz ya kuşak kemerli ya da harici bir teknede tutulan bir kameraydı ama daha ziyade aynı gemide tutulan omuz kamerasıydı. Hâlbuki kameranın, oyuncuların bastığı zemine sabitlenmesi gerekiyordu. Demek Irmak’ın ve görüntü yönetmeninin fizik bilgisi zayıftı. Bu hatanın sebebi ortamın çift oynaklığındandır; hem gemi hem kamera oynak.

Bu filmde ilk kez bir şeye tanık oluyoruz. Animasyon var. Örneğin Nadide Hanım’la Kaplumbağaların plajda çakıl taşları üzerinde kısa, ütopik, esprili diyalogları gerçekten güzel imgelenmiş ve kurgulanmış ama, fazla düşen kısmı iticilik uyandırır gibi duruyor.

Deniz altındaki sahneler teknik olarak başarılı değil. (Ekonomik elverişsizlik sebep olabilir.) Hele dipte kayıp kaplumbağayı bulmuşken yukarıya haber verene kadar kaçmasın diye sıkıştığı kayalığın önü mü kayayla bağlanmak isteniyor, yoksa, sıkıştığı kayalık kovuğunda kurtulsun diye önü mü açılmaya çalışıyor kavrayamıyorsunuz, Ta ki hayvan hızla uzaklaşana kadar. Hatta, kapatılmaya çalışırken fırsatını bulup kaçtığı hissine kapılıyorsunuz.

Gelelim finale: Araştırma gemisindeki öğrenci kızlardan birisi dışarda gelen küçük motorlu biriyle o hayat dışına kaçtı… Bunu da ben anlayamadım. Maruzatım var! Zaten finalin aniden bitirilişini de önümdeki “mağara devri” ailesinin gürültülü hokkabazlıklarından dolayı anlayamadım.

Yorumlar

Popüler Yayınlar