16- KORELİ AYLA’DAN, SİVASLI SATI KADIN’A
Yeni yıl, fasit daire gibi, gelir gider. Giden gün ömürdendir. O zaman insanlar bunun nesine sevinir ki? Nesine olacak, yeni yılda ömrümüz ve önümüz daha iyi olsun istedikleri içindir. Bir önceki yıl güzelse güzellikler devam etsin; güzel geçmemişse aman uzak dursun, yeni gelen yıl aksi olsun, sevincidir olsa olsa!
Zaman, insanın duygularından bağımsız akıp giden bir şey. İstesen de istemesen de ne durdurabilirsin ne ilerletebilirsin. E o zaman bu kutlama sevinci iyilik dilemekten öte bir şey olmasa gerek. Dilek dilemek, terapi eder. Bir de batıl olup olmadığının tartışması bu konu için istisna olsun ama inanılır ki yeni yıla nasıl başlarsan öyle gidermiş. O nedenle kutlamalar, bu düsturu olumluya çevirmek için bir başlama tercihidir.
Bendenizin zihninde batıla dönüştü mü dönüşmedi mi bilemem ama oldu olacak yıllar yılı süren bir basit gözlemimi paylaşayım. Giden yılın sonunu kapsayan son iki hafta ve gelen yılın başlarını kapsayan ilk iki hafta içinde dünyanın her hangi bir noktasında bir olay cereyan eder. Bu, bir doğal afet, büyük bir hava, deniz veya kara yolu kazası ya da toplumsal bir nümayiş şeklinde nükseder. İrili ufaklı üst üste denk geldiği de olur.
Denk gelen olaylar çok olmasına rağmen güncel olması dolayısıyla örnek verecek olursam ortaöğretim dönemime rastlayan İran Devrimi’nin son kertesi bu aralığı kapsamıştı. Şimdi, bu aralığa yine İran nümayişleri girdi. Keza, geçen yılki Reina katliamı yine bu aralığı doldurdu. Hiç sekmeyen ama bu sefer tüm yıla yayılan bendeki bir hâli yazsam işin tadı kaçar. İşi tadında bırakıp sadede gelelim.
Ne demiştik? Yeni yıl temaşası. E biz de aklımızın erdiği yılbaşından bu yana aile geleneği olarak bir ritüelle uğurlama ve karşılama yaparız. Bizimki de genel atmosfere uygun ufak çaplı bir kutlama havasındadır. Gurmelik yazısı haricinde yeme içme anlatmak ayıp kaçar, o nedenle atlama yapıp ikinci geleneğimize geçelim. Efendim, geleneksel 1 Ocak, sinemamız var. Yılın ilk günü sinemaya gideriz. Günün rehavetine ve dinginliğine uygun bir film denk getirmeye özen göstererek tabii. Bu sefer öyle olmadı. Ağladık! Ayla’ya gittik. Bakalım yıl nasıl geçecek? Biliyorum ya neyse!
Bu “Ayla” filmi ekim ayı sonunda gösterime girmişti. Çok ilgimi çekmişken araya giren temaşalar kıt hafızama hizmet etmiş ve resmen belleğimden silinmiş. Geçen gün yazı yazarken listeye uzun uzun bakmaya üşendiğimden açıkgözlük yapıp bizim ABC’nin sinema yazarı, dostumuz Ali Rıza Özkan’dan yardım isteyeyim dedim. Tek cevap verdi: Ayla’ya git. A! Unutmuşum! Eh, Ali Rıza da direktif verdiğine göre! Zaten de gidecektim.
Filmin konusu çok dramatik. Nasıl da dokunaklı işlenmiş, bravo! Film baştan sona insanın yüreğine dokunuyor. O nedenle iki ayı aşkındır Türkiye genelinde salonlarda yaygın olarak gösterimdedir. İzlediğimiz salonda yalnız benim yanım boştu, o da doldu.
Filmin konusu, çok yalın, gerçek ve dramatik bir hikâyeye dayanmaktadır. Filmin konusuna geçmeden önce genel bir görüş ortaya koyalım. 1950’de Kuzey-Güney Kore arasında savaş başlar ve uluslararası boyut kazanır. Filmin konusu bu olmasa da doğduğu nokta bu konudur. 2. Dünya Savaşı soncunda oluşan Soğuk Savaş atmosferinde iktidardaki Menderes’in NATO şemsiyesi altına girme aşkı nüksetmiştir. Menderes Türkiye’sinin kabul görürlüğü sorunludur. Kore Savaşı bu aşkın vuslata ermesi için zemin ve fırsat vermiştir. Nitekim Menderes, Kore Savaşı için, “NATO’ya kabul edilmemize köprü olabilir.” demiştir. Fırsat ayağa gelmiştir. Birleşmiş Milletler, yardım çağrısında bulunmuştur ve Türkiye, 17 Ekim 1950’de 5000 küsur kişilik bir tugayı hiç yere ta Kore’ye göndermiştir. Bugünlere pek de yabancı düşmeyecek bir uygulamayla bu karar alınır. TBMM’den kaçırarak alınmıştır bu karar. İşte bu keyfi kararın kurbanlarından birisi de Maraşlı Astsubay Süleyman Dilbirliği’dir.
Filmin konusu bu acı serüvenden çıkmıştır. Astsubay Süleyman, savaş meydanında annesi, babası öldürülmüş küçük bir kız çocuğu bulur. Bu kızı alır ve 15 ay askeri birlik içinde bakımını üstlenir. Türkçe bilmediği gibi girdiği şok içinde dili tutulur, anadilini de konuşamaz. Ay yüzlü bir kız çocuğu olduğu için Süleyman ve arkadaşları ona Ayla ismini verirler. Sonra konuşur. Türkçe öğrenir vs. Baba-kız olurlar. Bağımlılık derecesinde sevgi oluşur aralarında. Görev bitmiştir dönülecektir fakat artık baba olan Süleyman, kızı olmadan dönmek istemediği gibi yasal mevzuat da kızın ülkede çıkmasına izin vermez. Çaresiz tek döner Süleyman. 60 yıl onun hasretiyle mutsuz yaşar. Basına dahi konu olur. Sonunda hayaller gerçek olur ve Kore’nin başkenti Seul’de Ayla’sına kavuşur Süleyman.
Fragmana baktığınızda belki de ilk izlenim olarak düşünürsünüz ki Kore Savaşı’ndaki Türk askerinin dramı anlatılmaktadır. Ya da tarihsel olarak “Ne işimiz vardı ta oralarda?”nın sorgulanacağını düşünebilirsiniz. Ama ne gezer tam apolitik bir film. Olabilir, dramatik bir konunun içinde bir enstantane üzerinden hareketle apolitik bir komedi de ya da diğer bir şekil de çıkartabilirsiniz.
Hayır! Hiç te apolitik değil. Öyle bir algısı var ama basbayağı da tarihi gerçeklerin saptırıldığı ya da görmezden gelindiği bodoslama politik bir film bu. Moda deyimle “subliminal” mesajlar yediren bir film. Politik ama tarihsel gerçekçilik manada analitik bir senaryo değil. Başlangıçta bir giriş ve konuya geçiş var ki kominiz aleyhtarlığı üzerine inşa edilmiş. Kuzey’in askerleri katliamcı, karşısı süt liman. O kadar masum ve savaş fonksiyonunun dışındadırlar, ortada bile yoklar. Sanki Kuzey Kore-Türk savaşı var.
Filmin ağlattıran genel duygusal atmosferi, zaten girişe olan “nefreti” pekiştirmek için olsa gerek. Askerimizin niye oralarda bulunuşunun sorgulanacağı beklentimizi boşa çıkarttığı gibi Amerika’nın, İkinci Dünya Savaşından kullanılandan daha çok bombanın ve yine Vietnam halkına atılan napalm bombasından daha fazlasını atıp nüfusun yüzde yirmisinden fazlasını yok ettiğine dair ufacık bir iz bile yok. (Bu da olabilir. Bu bizim beklentimizdi. Senaryonun dar kalıp içine sınırlandırılması da bir tercihtir.) Buna karşın baştaki anlamsız kominizim aleyhtarlığı olmayıp apolitikliğini sürdürseydi eğer, “film dramı es geçip melodrama sarmış” der o çerçevede algılar öyle kritiğe tabi tutabilirdik.
Filmin künyesine hiç girmeme kararıyla yazıya oturdum. Oyuncular, özellikle Koreli çocuk Ayla/Kim Seol harika ötesi. O yılın İskenderun enstantaneleri de öyle. Görüntü, kadife güzelliğinde.
Kore nere, Sivas nere? Sivaslı Satı Kadın ne alaka?
Kendi yaşamımda “Ayla Çocuk” benzeri bir drama rastlamıştım. Çözüm için uğraştım ama Ayla gibi vuslata erdiremedim. Son 10 yıl içinde 4 tane kayıp başvurusu aldım. Dördü de Sivas’tan. Benimle bağlantı kurmalarının sebebi birazdan anlatacağım olayın sonunda anlaşılacaktır. Bunlardan birisi de Yol TV program yapımcısı bir dostumuzdu. O, yüreğine dert olmuş kökenini arıyordu. Diğer ikisi de aynı neden peşindeydi. Fakat Satı Kadı’nın hikâyesi Ayla çocuğunkine eş benzerdi.
En son yaklaşık iki yıl önce Sivas’ta bana ulaştığını söyleyen bir amca, halasını aradığını söyledi. E, nasıl yardımcı olabilirim, dediğimde anlattı. Koçgiri İsyanı içinde kocası ölmüş olan Satı Kadın, küçük çocuğuyla birlikte, bizim, ocaklık dediğimiz -anlamayanlar şömine olarak anlayabilirler- yere saklanırlar. Kurtulmayı bekler. Kucağındaki çocuk ağlamaklıdır ve sesini yolda geçen görevli asker duyarak içeri dalar. Satı Kadın korkuya kapılır. Karşısındaki asker; asker midir, isyancı mıdır, kim kimdir belli değil. Askere, çocuğuma ve namusuma dokunma al beni öte yerde öldür, der. Asker, şu an yazarken benim gözümde olduğu gibi gözündeki yaşla çocuğu kucağına alır. Kadını da beraberinde çıkartır emin bir elin emanetine verir. Zaman içinde elinde geldiğince ihtiyaçlarını da karşılar.
Tıpkı Süleyman Astsubay gibi bizim askerin de ayrılması zor olacaktır. Tabii bizimkisi aynı vatan topraklardır ve Ayla gibi göç problemi yoktur. Bizim meçhul asker, terhis günü geldiğinde gözü arkada kalacaktır. Kimsesiz kadını ve çocuğunu da alır, köyüne götürür. Bekârdır. Dul Satı Kadın’a eş, çocuğa baba olur köyünde.
Yıllar yıllar sonra o köye Satı Kadın’ın yakın köylülerinden birisi çerçi olarak gelir ve karşılaşırlar. O zamanlar iletişim araçları yok ki Satı Kadın neyin ne olduğunu ve nasıl bittiğini bilebilsin! Yeri pek bilinmesin diye çerçiye hangi ailenin gelini olduğunu da söylemez. Çerçi Sivas’a bu eksik bilgilerle döner. Aile, hiç yoktan yaşıyormuş, diyerek teselli olur. Köylülük işte! Nasıl bir gelişmedir bilinmez, Satı Kadın’la ailesi arasında bir daha iletişim kurulamaz…
İşte bana ulaşan Sivaslı amcanın babası 98 yaşındadır, ahdeder, ölmeden bana bacımın izini bul, der. Peki, benimle ilişkisi mi ne? O kahraman meçhul asker benim köyümdendir de ondan bana ulaşmışlar.
Köyüme gittim, mevcut yaşlılarla görüştüm. Hiçbir iz yok. Saklı kalmış bu olayın izini anımsayan çıkmadı. Ah Satı Kadın, en azından hangi sülalenin gelini olduğunu bir çıtlatıverseydi. Çünkü bu olayı bilebilmek için en azından 110-120 yaş aralığında yaşayan bir tanık olmak gerekiyordu. Ne mümkün!
Ne yazık ki Anadolu’da korkudan saklı kaybolmuş çok hayatlar var.
Ne dersiniz? Bu hikâye gün yüzüne çıksaydı Yeşilçam’ın motorları Kore’ye gitmeden önce içeride çalışmaz mıydı?
Yorumlar
Yorum Gönder