20- BU DA BÖYLE OLSUN: İZLENİLEMEYEN BİR FİLMİN YAZISI
Ben aradıkça “Paranın Kokusu” benden kaçtı.
Kaç gündür “Para Teorisi” dersi hocam olan ünlü ajan Mahir Kaynak’ı yazmak istiyordum. Sonradan vazgeçip kafamda saklayadurdum onu bir öykünün kahramanı olarak yazmak üzere. Dikkat isterim, dersimizin adında “para” var.
Epeydir karşılaşamadığımız ama yazılarımı izleyen Türkçe öğretmeni “sportmen” bir arkadaşım geçenlerde takıldı bana. “Ne o, sanat yazılarına dalıp kendini iyice taca atmaya başladın; hayrola “para” işlerine mi daldın?” deyiverince bu aralar kafa dağıtmak için bizi insan kılan dehlizlere girip çıkmayı sıklaştırdım, deyiverdim.
Şaştım da kaldım bu dostlarımın elinden. Yine geçenlerde opera-tiyatro-sinema konuşurken bir sanatçı dostum bana taş attı. “Bakıyorum da nerede ünlü biri varsa onun filmlerini/sanatını yazıyorsun, garibanların yüzüne baktığın yok.” deyiverdi. Bu eleştirinin içinden de ekonomik güç unsuru yok değil hani. Her şey “para”ya dayanır oldu. Kalemler de paranın yanında. Laf aramızda bu ünlü sanatçımız pintinin tekidir. Daha bir çorbası boğazımdan geçmedi ki bir gün kendisinin sanatını da yazayım(!).
İşte cuma günü “Aynur Haşhaş”ın konserine davetliydim. Eh iki satır yazayım nazik davet karşılığı(!). O buğulu sesinden türküler dinlemeyi hep çok severdim. Olağanüstü bir konserdi. Sahne performansına bayıldım. Erzincan halk oyunlarından haberim bile yoktu. Galiba Aynur Hanım ilk kez bir şey yaptı. Bundan sonraki konserlerimden de halay bölümü olacak, dedi. Bacılarını ve kuzenlerini sahneye aldı ki bir halay, bir halay aldığım keyif tavan yaptı. Kendileri de bildiğin bizim Barak halay başı gibiydi. Antep havası aldım. Bravo, kutluyorum! Organizatörü bu satırları okuyup düz geçmesin. O bölümün videosunu sayfasında paylaşsın lütfen. Mustafa Erdoğan-İlyas Kara ikilisinin halk oyunları öğrencisiydim. Bunlar beni acımasızca attılar. Atmasaydık bizim hocalığı bırakmamız lazımdı, dediler. Bakın işte anlarmışım ki konserden çok halaya değindim.
Bu aralar adı sanat olan o dehlizlere yeniden yeniden girmek için fırsat kolluyorum. Derken bu haftaki fırsatı gole çevirmek için pası sinemacı dostumuz Rıza Sönmez verdi. Şöyle demiş sayfasında:
“Benim de oynadığım ‘Paranın Kokusu’ filmine, paranın kokusunu alamayan dağıtımcılar pek itibar etmediler. 3 salon da gösterime giriyoruz. Yakınlarınızdaysa bari siz itibar edin. İyi seyirler.” demiş.
Efenim, ne demek, böylesi zor günlerde dayanışmayıp da ne zamana saklayacağız? Tabii ki dostumuzun bu ıstırabi seslenişini emir telakki eyledik.
Yine ne acıdır ki gişe üzerine kamuoyuna yönelik bir diğer mesaj da “Put Şeylere” filminin yönetmeni Onur Ünlü'den geldi. Türkçe kullanımı açısından cümle sonundaki ünlem dilinden hoşlanmasam da verdiği ilginç tepki şöyle:
"Film, bir haftada 3321 kişi tarafından seyredilmiş. Teessüfler Türkiye. Ha ha ay ölcem!"
Benimsemediğim ünlem cümlesiyle eğretileme babında demek ister ki siz sanatın kıymetini bilmeseniz de ben vaz mı geçeceğim sanıyorsunuz?
“Put Şeylere” filmini izleyecekken vazgeçmiştim. Sanat tüketimine yönelik şöyle bir ölçüm var: Yöneleceğim bir esere beni tırmalayan kişilikler yönelince vazgeçerim ya da en azından hemen atılmam, ertelerim o da gösterimden kalkar tabii. Film hakkında tek bildiğim, konusu ve kurgusu açısından özgün bir deneme çekim olduğu yönündeydi. Bu yönüyle tanımak için gitmeme değerdi ama olmadı işte! Diyeceğim o ki çok yazık! Onur Ünlü haklıdır. Üreten için yıkım; toplum için ayrı bir yıkım. Eğer bir ülke kendisi için üretileni ödüllendiremezse çıplak kalan kendisi olacaktır. Bu ne yani? Onur Ünlü’nün telefon fihristindeki insanlar da mı gitmemiş dostlarının filmine? Hiç kuşkusuz fihristindeki isim sayısı filmi izleyenlerden çoktur. Kitapların durumu daha bir dramatik.
Gelelim Rıza Sönmez’e. Ha ne diyordum? Hocam Mahir Kaynak’ı yazamadım demiştim. Rıza’nın filminin künyesinde karşıma diğer bir hocam çıkmasın mı? O da “Felsefeye Giriş” dersi hocam Prof. Dr. Şahin Yenişehirlioğlu. Evet, kendisi bir akademisyen ve felsefe profesördür. “Ben Paris’teyken, ben Sorbonne Üniversitesi’ndeyken…” diye caka satmaktan pek hoşlanır. Filmografisi hallice vardır. Bir gün kişilik çatışması üzerine sorduğum soruyu pek sevmişti. Diğer tüm soruları erteleyip benim sorum üzerinde uzun uzun durmuştu. Ne de olsa kompleksinin üzerine basmıştım.
O hoo, “Paranın Kokusu” filminin oyuncu kadrosuna hocalar üşüşmüş. Bir de Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman girmiş. Yahu, Hasan Bülent Hoca ne zaman “artist” olmuş ki? Uğraşı alanlarından birisinin de yazınsal anlamda sanat olduğundan haberdardık ama… Kendileri ne mutlu ki hocam olamadılar. Kamu hayatımızdaki hocalardan birsi olarak varlığına saygı duyarım ama fikri kendine saklı kalsın, hayrını görsün. Bendenizde hocamın fikri kıvraklığı olamadığından zaman zaman kıskançlık damarım yekinir böyle.
Şimdi Yönetmen Boyacıoğlu’na ve tabii ki Oyuncu Rıza Sönmez’e sesleniyorum. Fikri zengin bir herif olmasam da her sıradan insan gibi benim de onulmaz düşlerimden birisi “artist” olmaktı. Hasan Bülent Hoca artist olduktan sonra ben âlâsını oynarım. Beni de bir filmde oynatınız. Yalnız şartlarım olacaktır öyle kolay oltaya gelmem.
Ha, hep de hocalarımın üzerinden gidilmez ki Rıza dostuma da değinmem gerekir. Çok yönlü ve çok donanımlı bir sanatçıdır. Filmografisi oldukça zengin, sayması zor olacaktır. Çeşitli TV dizilerinde zaten tanıyorsunuz. En azından “Çılgın Bediş”i anımsamayanınız yoktur. Dizinin “Savaş” karakteridir. Kendini çok seven, haklı olarak önemseyen, yaptığı işleri de ciddiye alıp hakkıyla yapan birisidir. Öyle ki boy boy turşu kurma heveslisidir. Ona ad taktım: Turşuların Efendisi! “Teselli Veren Tarifler” başlığı altında Posta gazetesinde pazar günlerinin tatil lezzetinde gurmelik yazılar yazar. İşletmecilikten bile anlar. Bir de kendim için pek hoşlanmadığım sosyal medya denen ortamlarda gezinmeyi pek sever. Bana ne!
Gelelim başlığımıza!
Maalesef ki Rıza Sönmez’in emir telaki ettiğim dostluk ricasını yerine getiremedim. 35 km yol yapmama karşın izleyemeden döndüm. Kendilerinin de ifade ettiği 3 salondan birinin yerini 35 km uzakta aradım buldum. Dün gösterime giren film aynı gün gösterimden kaldırılmış. Sinema işletmecisiyle konuştum, sebebini öğrendim. Nokta koyuyorum.
Bu konuyu, sinema yazarı bir dostumla enine boyuna konuştum. Can sıkıcı şeyler anlattı. Bu anlatımlar herhangi bir filme özgü değil genel bir ticari değerlendirme diyelim. Onun anlatımlarını bu filme mal etmek istemem. Hoş, etsem de çekineyazdığım Rıza dostumu ilgilendirmez. O yapımcı değil, oyuncudur. Sorun yapımcının/dağıtımcının sorunudur.
Bu yazıdan önce Rıza Sönmez ile de uzunca konuşup sinema eleştirmeni arkadaşımın söyledikleriyle harmanladım.
Eleştirmen dostum der ki “kimi yapımcılar” ta baştan parsayı toparlayıp kaçma çabası içinde oluyorlar. Peki, bu nasıl oluyor? Diyelim ki bir film, bir birim liraya mal oluyorsa yapımcı çeşitli ticari ve sosyal kıvraklıklarla bir buçuk birim liralık sponsorluk toparlayarak benden sonrası tufan, deyip filmi kendi hâline bırakmaktadır. Tabii ki salon da bulamaz, izleyici de bulamaz, der özet olarak. Anlatımlarının kimi detayları benim bilgi-görgü hazneme saklı kalsın. Hatta bu aralar ben meşgulüm istersen gazetede yayınlanmak üzere sen yaz yakaladığın bu konuyu, dedi. Biraz dertli.
Rıza dostum ne der? İyi der! Daha akademik daha entelektüel şeyler anlattı kendi açısından. Anladım ki yine sermayenin tahakkümü var. Ta baştan sözünü ettiğim sanatçı dostumun bana “gariban sanatçıları görmüyorsun” dediği gibi dağıtımcıların da çok para elde etmek için şöhretli filmler aracılığıyla salon istilası yaratıp kendileri gibi sanat filmi yapanları ezip dışladıklarını anlattı. Şu an gösterimde olan şöhretli yapımların tek tek salon sayısını verdi gerçekten korkunç. Bu konuda benim de paralel gözlemlerim var, kendisine hak verdim.
Şimdi hücuma geçmem lazım. İkinci Cumhuriyetçilere, liboşlara, döneklere sesleniyorum. Yardakçılığını yaptığınız kapitalizmin de kuralları var. Öyle sizin serbest piyasa, serbest piyasa diye çaldığınız teraneler gibi o kadar da kuralsız değildir. Sizin fikri ikliminizden ilham alan küçük işletmelere gidiyorsunuz başıboş bir etiketle karşılaşıyorsunuz. Sendeki bu mal tam yarı fiyatına yan komşu dükkânda dediğinizde, “Abi serbest piyasa denen bişey var!” zırvasını savuruyor. Hayır, serbest piyasa yok; başıboşluk sarmalında var ettiğiniz bu düzenin içinde bellenen ananız var.
Kemçik ağızlı liboşlar, eşitlikçi rekabet imkânının olmadığı yerlerde kapitalizm olmaz. Kapitalizm, kurallara bağlanalı çok oldu. Hâlen sizin bildiğiniz kadar vahşi düzen demek değildir. Yahu, sanatı yaratanlar kapitalizmin içinde varlığını bulmuş olan burjuvazinin ta kendisidir. Hatta bu anlamda artı değeri bir yönüyle ussallaştıranlardan biriyim. Sizin güttüğünüz bu vahşi düzen, imrendiğiniz burjuvazinin edimlerine ihanettir. Kör para hırsıyla sanatı öldürerek steril bir toplum biçimlenmesine engel oluyorsunuz paranın imparatorluğunu alkışlayarak. Sanatı tanımayan bir toplum yapısının felsefesi, karşı cinslerin birbirlerini tanımalarına engel olunan düzenlerde bir araya gelme anlarında düşülen kaotik durumdur.
Rıza’nın filmi ne yapsın? Şehrin sanat coğrafyası kör bırakılmış ta 35 km ötedeki varoş salonuna sıkıştırılmış. Salon işletmecisi ona da tahammül edemeyip aynı gün gösterimden kaldırmış popüler filmlerin getirisi daha fazla diye.
Senarist ve Yönetmen Ahmet Boyacıoğlu’nun “Siyah Beyaz” adlı bir filmi daha var. Açın bakınız ki kadro aslarla dolu. Başta Tuncel Kurtiz var. Hem gerçek sanatçı hem de medyatik. Ona rağmen izlenmemiş. Zarar etmiş. Ödenek vs. desteği de yok. Hatta televizyonlara bile satamamışlar. Dolayısıyla eleştirmen arkadaşımın sınıfladığı kategoriye da girmeyen bir film ama yine de aynı kaderi yaşamış. Bu Boyacıoğlu neden film yapar ki zararına? Vazgeçse iyi olacak. Demek ki sanat aşkı var. Yazı yazanlar neden yazar ki hapis bahasına? Demek ki…
İzleyemedim!
Rıza Sönmez dostumuz bana bir jest yapacak. Filmin yarışma jürilerine izlettirildiği şifreli özel bir kanal varmış. Ha işte o özel şifreyi bana verecek izlemem için. Görüldüğü gibi bazı aşklar ödüllendiriliyor.
Sinemada boş dönmedik!
Yanımda bulunan eski bir gazeteci dostum dönmeyelim, başka bir film seç, dedi. “Bizim İçin Şampiyon” filmini seçtik. Ne yalan söyleyelim erkek erkeğe ağladık. Film bitti döndüm baktım ki salon tümden gözyaşlarını siliyordu. İzleyicilere yanaştım, ağlamaz gibi soğukkanlı duranlara sordum “ağladınız” mı diye. Ağlamaz olur muyuz, dediler.
Gerçek bir hikâyeye dayanan bir film. At sporunu TV dışında, o da jenerik dışında tanımam. O at da ne soyluymuş öyle? Tanış olmakla kıvanç duydum. Ödüllük bir film. Aynı zamanda modern bir aşk hikâyesi. Klasik Yeşilçam melodram çizgisini taşısa da değil bu aşk hikâyesi. Çocuklara, okul çocuklarına, hastalara özellikle gerek bu film. Hayvan severlere de öyle. Bu film temelde bir başarı hikâyesi. Senaryo muntazam. Kadro mükemmel yahu! Ekibi kutluyorum. Acaba bu filmi yazabilir miyim? Yazmak istiyorum. İşte böyle dediğim için tutulacağımı düşünmeye başladım ki yazabilirsem çok mutlu olacağım.
Size iyilik yapıyorum. Bu filme gidin.
Yorumlar
Yorum Gönder