31- ADINI ÜÇ “KIZ KARDEŞLER” KOYDUM
Konusu intihal (çalıntı) olmadıktan sonra edebiyat eserlerinde isim benzerlikleri ya da çağrışımlar olası bir durumdur. “Kız Kardeşler” ismini görünce baskın bir çağrışımla “A a, bu film bir Çehov uyarlaması mı ne?” diye algı yanılsamasına kapılmışım. Belleğim, beni mahcup duruma düşürmeyecekse Çehov’un “Üç Kız Kardeş” oyununu Ankara Devlet Tiyatrosu sahnelerinde ta öğrencilik yıllarımda izlemiş olduğumu söyleyeceğim. (Bu tarih meselesini pazartesi arayıp soracağım.)
Nitekim anlı şanlı bir gazetede denk geldim ki oranın yazarı da bendeki zihin tuzağına düşüp bir ara “Üç Kız Kardeşler” deyivermiş filmin adı için. Hadi benim editörüm benim de gazetelerdeki editörlük müessesesini öldürürsen böyle kazalar olur elbette.
Çağrışım pek de yabanıl değilmiş. Meğerse Çehov’un “Üç Kız Kardeş” oyunuyla bizim “Kız Kardeşler” filminin merkezinde ortak bir nokta varmış. İkisinde de kızlar bir şehir ortamına kaçış çabası içindeler. Çehov’un kızlarını geçici de olsa bulundukları taşrada ferahlatan ilişkiler ağı gelişirken Emin Alper’inkilerde her ne olursa olsun kaderimizi körelten şu lanet ortamdan çıksak, ıstırabı vardı.
Üç kız kardeşin bulunduğu filmin görselini görmemle birlikte üç çağrışımı birden yaşadım. Sırasıyla: Anton Çehov, pastoral bir ferahlık içinde kış manzarası ve sosyal medyada yürekleri ağızda getiren Üçüncü Dünya kırsalındaki şose videoları. Fragmanında pastoral serpintiler gördüğüm bu filmi sırf yarattığı nostalji ferahlığının hatırına dahi olsa izlemeliydim. Ne de olsa serde köylülük, gönülde hasretlik var. Sahne yapılandırmalarını göz önünde bulundurunca ister istemez vizyon tarihi kışa denk getirilseymiş diye düşündüm. Ne bileyim öyle bir ruhi sarmal içine soktu beni.
Filme geçmeden önce “Besleme” kavramına tanımsal bir açıklık getirelim. Besleme ya da evlatlık kavramı günümüzde pek kalmamakla birlikte Osmanlı geleneği içinde var olan yoksul aileden zengin aileye tek taraflı bir evlat ihracıdır. Yani hizmetinden yararlanmak üzere fakir aileden alınıp zengin aileye verilen daha ziyade kız çocuklarıdır. Başlarına kim bilir neler gelmez ki? Burada sabit fikirli olmak hoş kaçmaz. Gelir de gelmez de?
Yönetmeninden, en iyi kadınına, müziğinden, en iyi film olmasına değin ve dahi diğer özel dallarda birçok festivalde ödüllendirilmiş olan “Kız Kardeşler” filmine şimdi girebiliriz. Berlin Film Festivali’ne kadar gitmiş olduğunu not düşelim de eksik kalmasın.
Filmin yazanı ve yöneteni genç sinemacılardan Emin Alper. Üçüncü filmi olan “Kız Kardeşler”den önce Emin Alper’in filmografisinde iki film daha var. “Tepenin Ardı” ve “Abluka”. Temalar bakımından filmlerine göz atıldığında diyorsunuz ki demek ki bu genç adamın çıkmazı bireylerin içinde bulunduğu durumlardan “çıkamama” sendromları üzerineymiş. Seçim bana yakın. İyi de yapmış. İlk iki film erkeklerin çıkmazlarındaki hikâyeler üzerine kuruluyken üçüncü film adından da anlaşılacağı üzere kızlar üzerine kurulu. E kadın sorunsalı üzerine olunca onun yaratıcısı olarak yine erkekler ortalıkta gezecektir. Erkek; karar verici, engelleyici… Kadını belirleyen güç anlamında her ne derseniz odur. Tam da bu noktada fırsat elime geçmişken kadın sorunsalını irdeleme eylemlerinde herkes dönsün topluma vücut veren kök kültür neyse ona baksın, diyerek kendi ideolojimi belirginleştireyim.
Film, erkence vefat etmiş olan bir annenin şefkatli baba eline kalmış üç kızının kasabadaki zengin bir aileye “besleme” olarak verilme hikâyeleri üzerine kurulu. Bu hazin hikâye, “besleme” olarak verilmeyi kızlar açısından dar yaşantıdan kurtulmak için içselleştirmeye vardırma hikâyesine dönüşmektedir.
Büyük kız, besleme evinde (nesebi belirsiz) hamile olarak köydeki baba evine döner. İyi de bu bebek bir tecavüz sonucu mu yoksa varlığı gösterilmeyen bir eczacı kalfasıyla var olduğu savlanan gönül ilişkisinden midir bir netlik yok. İmgeleme eksik. İzleyicinin ya şundadır ya bundadır olmadı helvacının kızındadır, ferasetine bırakılmış. Ortanca kız, gittiği aileye sorun çıkardığı, daha doğrusu sorgulamaya heves tuttuğu; küçük kız ise baktığı çocuk öldüğü için köyüne döner. Besleme olarak gidilip gelinen aile varlığı yine bir imgeleme olarak bırakılmış. Bebek n’olacak? E bir köy yerinde soyu belirsiz bir çocuğun ağırlığını kim taşır? Anadolu geleneği ona da çözüm bulur. Köyün aklı yarım çobanı Veysel ne güne duruyor ya? Evlendirilirler.
Böylece üç kız baba evinde tekrar buluşmuşlardır. İşte krize dönüşen sorun bu noktadan sonra başlar. Kızlar, tekrar besleme olma hevesi içinde yanıp tutuşurlar. Tek farkla! Büyük kız bebeklendirilmesinden midir nedir belki de önlem niyetine Ankara’daki teyzesine yerleşme düşüyle kavrulur durur. Öyle ki bu toplu histerinin imgelemesi olarak küçük kız köydeki baba evine dönerken araba içerisinde gözyaşları döker çıkışsızlığa düşeceğini düşünerek. Zaten filmin başlaması da izleyiciyi şaşırtan fakat sonradan anlaşılacak olan bu sahneyle olacaktır.
Baba, kızlardan önce “besleme”lik müessesesini hararetle desteklemektedir. Babanın besleme tutamağı, annenin sağlığında devamlı surette terennüm ettiği küçükken tüm kardeşlerinin besleme olarak gidip de kendisinin köyde kalmasıyla mağdur kaldığı o nedenle kızlarının da kendi şansızlığına uğramamaları vasiyeti üzerinedir. Hem de kolay mı bir babanın üç kıza bakması, evlendirmesi? İyi bir gelecek için bir yandan beslemelik olmalarını öte yandan da geniş şehir hayatı içerisinde müstahaklarını bulmalarını ummaktadır.
Hakkıyla verilmiş oyunculuklarla bezenmiş bir film var karşımızda. Kızlardan ki ağırlıkla başrol diyeceğimiz kısmı üstlenmiş olan Reyhan rolündeki Cemre Ebüzziya rol üstünde yerindelik ve hayranlık duygusu oluşturmaktadır. Diğer kızlar Ece Yüksel ve Helin Kandemir ise şu kızları bir daha oynatalım büyüsü yaratmışlar. Baba rolündeki Müfit Kayacan tiyatroculuk deneyimiyle rolüne babalık yapmış durumda. Doktor rolündeki Kubilay Tunçer’i “Ahlat Ağacı”ndaki rolü başta olmak üzere birçok eser içinde anımsamaktayız. Tunçer, akademik düzeyde gerçek bir illüzyonisttir. Bu özelliğinden olsa gerek doktor rolündeki sakinlik ve sükûnet gösterisi gerçek bir illüzyon etkisi yaratmaktadır. “Ahlat Ağacı” demişken “Kız kardeşler”i izler hâldeyken kamera kullanımına ve panoramaya baktıkça ister istemez usunuza Nuri Bilge Ceylan’ı düşürdüğünü masumane bir not olarak buraya düşmeliyim. Hayır, bu film ne bir Çehovyen ne de N.B. Ceylanyandır. Kendi özgünlüğü içinde vücut bulmuş bir yapımdır. Saftirik Çoban Veysel rolündeki Kayhan Açıkgöz’ün rolüne verdiği tatlılığı ve gösterdiği ustalığı yazıyla anlatmak zor, gidip perdede izlemek gerek. Kasabada doktorluk mertebesinde yaşarken yerel nostaljileri tekrar tekrar yaşamak için köye gelen doktorla Çoban Veysel’in dağ başı rakı sofrasındaki karşılıklı söz atışmalarını izlerken sizde tekrar izlesem hoşluğu uyandıracaktır.
Bu film ortaya karışık bir şey midir?
Ortada bir köy yaşamı var ama aileden ve muhtardan başka bir köylü göremedik de ona yanarım. İyi ki bayır bulduğu yerlerde takla atan köyün delisi bir Hatçe var o kadar. Hatçe bir akrobat olsa gerek. Oldukça estetik bir salınım katmış filmin içine. Folklorik bir hava yaratmış. Pastoral tanımlamalar bu kadar mı olmalıydı? Köy halkından birkaç figür serpiştirmek filme ne yük getirebilirdi ki? Aksine sahicilik verecekti. Bir madenci ve eşkıya sahnesi var. Zorlama eklenti enstantaneleri gibi bir iz bırakmaktan başka işe yaramamış. Çobanın, kayınbabası tarafından babasına benzetilen ve başına kakılan uydurukçu korkaklığına vurgu yapılacaksa eşkıya yerine daha başka ve daha eksantrik imgelemeler yaratılabilirdi. Onu da mı ben söyleyeceğim? Yazan-yöneten düşünsün.
Beslemelik, bugün sosyal devlet anlayışı içinde reddedilmesi gereken ama tarihin şeridi içerisinde o zamanlar çaresizlikten kurumlaşan bir çağdışılıktır. Tamam, uzatmamak için bunu sosyologlara bırakalım. E, filimde ilerici bir sosyal önerme bekleyecekseniz canınız sıkılacaktır. Kadın hakları anlayışının bu kadar gelişmiş olduğu bir çağda başkaldırıp da bu kötülüğü (beslemelik) anlatan ve yenen neden yok diyeceksiniz.
Eleştiride acımasızlığa sapmak istemem. Film ideolojik tandansa sahip değil ki. Karakterler bu sisteme isyan edeceklerine adeta sığınmaktadırlar. E buna, kötünün iyisine sığınma yoluyla kurtuluş arayışı içinde olanların dramının yalın bir şekilde sanatsal aktarımıdır, derseniz amenna. Bunu yönetmenle konuşmak gerek. Genel itibarıyla “müesses (kurulu) nizama” uyarak hayatını kurtarmanın yoluna bak, çıkarımıyla çıkmaktasınız sinemadan. Öyle ya ortanca kız ev içini sorgulamaya kalkınca gerisin geri köyüne postalanmıştı ya ondan bu mesajı alıyoruz. Diğer kızlar da bu düzleme uydukça yaşamlarını sürdürecekleri haletiruhiye içine sokulmuşlar.
Sanatsal yapılarda alışıla gelindiği üzere bir dram ve o dramı redde yönelerek yenme gösterimi hâkimdir. Tam bu noktada sanatsal bir yazıda ilk kez avam kültüründen yardım alacağım. Bir tarihte tecavüzlerin arttığı bir ortamda tecavüzü engellemekle yükümlü Hindistan polis şefinin teki "Tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya bakmak gerekir." şeklinde açıklama yapmıştı. Film, can sıkıcı bu absürt felsefeye koşut bir akış içinde olmuş. Bir dakika! Bu teşbihi filmi kötülemek için yapmadım. İçimden geldi eleştirilere karşı yönetmene sufle vermek istiyorum. Şimdi ona hizmet edeceğim.
Ortada kadının canından çıkan bir bebek var. Ne yapsaydı? Boğup atsa mıydı? Onu sahiplenirken kültürel genetiğimize ve insan psikolojisine kodlanmış olan tiksintiyi yoksamak için istem dışı hamile kalan Reyhan, işi hafife almak eğilimiyle küçük kız kardeşine nev’ini düşünmeden cinsel ilişkiden nasıl zevk alınması gerektiğini anlatmaya çalışıyordu. Gerçeği cinsel haz üzerine çekerken o esnada başında bulundukları yayık yayma işine cinsel imgeler yüklemek de ustaca bir beceriydi Reyhan’ın ruh hâlini desteklemek için.
Yine de gizil olan bir şeyi “diyem” mi? Kültürel kodlanmalarımızı rahatlatmak için hâkim olan bilinçaltı beklentilere uyarak nesebi (soy) belirsiz bir “piç”i ortada kaldırmak lazımdı. Toplumsal baskı altındaki zihin böyle emretmiş, senaryo böyle yazılmış, iddiamı kim çürütebilir? Evet, geleneksel Yeşilçam Sineması’nda mutat olduğu üzere meşru olmayan bebek bir kazayla ortadan kaldırılıyor ve onu kazaya uğratan yarı akıllı çobandan meşru hamilelik sağlanıyor. Anne ise egemen anlayışa daha insani yumuşak bir karşı koyuşta bulunuyor. İlk çocuğunu öldüren adamın çocuğunu tıbbi aldırmayla ortadan kaldırıyor. Bilinçaltı kodlanmasıyla bebeği aldırmak hariç iyi senaryo biçilmiştir.
İnsanın özüne yabancılaşmasını en yalın, en iyi hâliyle bize gösteren sahnelemeler var. Kısa vadede bireysel hayatı kurtarmak için ekmek davasına düşülmenin en olunmadık acı içinde insani mağduriyetleri dahi gözettirmediğini göstermektedir. Hatta bireysel kurtuluş için beslemelik yarışına giren kardeşlerin bile an gelince birbirine karşı nasıl da düşmanlaşacağını göstermektedir.
Son olarak bana bir sinemacının açıklamasını isterdim. Filmin künye akışından da belli ki çekimler Artvin ellerinin dağında olmuş. Diyalektler neden İç Anadolu’msu? Üstelik bölgeyi saklar gibi araba plakası bile 42 takılmış. Bunu acımasız bir eleştiri vesilesi yapmaktansa öğrenme ihtiyacı içindeyim. Çünkü kafamda yine sinemasal bir şey var. Acaba diyorum manzaranın vazgeçilmezliğinden mekan seçimi yapılmışken olayı ve dikkati lokal bir bölgeye ya da diyalekte hapsetmeme kaygısından mı kaynaklanmaktadır bu hile? Teknik bir olurluğu var diye düşünüyorum. Sakınca yoktur!
Filmin naiflik üzerine kurulu olması ve rollerin ve dahi muhteşem manzaralar içindeki sahnelerin tatlılıkları eleştirilecek yanların üstüne çıkmaktadır. Sırf pastoral bir dinginliğe erişmek için bir kez daha sinema salonuna çekebilecek bir film olmuş. Tavsiye olunur.
Yorumlar
Yorum Gönder