36- DAHA ÖNCESİNDEN "NUH TEPESİ"NE ÇIKMIŞIM YA!
İleride evrensel düzeyde söylenecek kalıp sözler oluştu bile. Aklım belli belirsiz yetiyorken daha üç, beş yaşlarındayım… Aklım yeni yeni yetiyorken ben diyeyim yedi sekiz, sen diyesin on on ki yaşlarındayım… Bir korona belası çıktı tüm yaşamsal düzenler ve alışkanlıklar alt üst oldu.
Aşağı yukarı kırk yıllık bir geleneğim(iz) vardı. Yılbaşı gecesinin ertesi 1 Ocak’ta sinemaya gitmeyi adet hâline getirmiştim. Neredeyse çocukluğumdan bu yana. Hafif yelli geçen bir film olmasına da dikkat ederdim yıla yumuşak girelim diye. Pandemi bu geleneğimizi de yıktı. Sinemalar kapalı. Açık olsa da bu korkudan kim gider ki?
Takıntılı bir herifim! Ritüellerimin bozulmasından rahatsızlık duyarım. N’apalım n’apayım, derken “yıkılmadım ayaktayım” mottosu için internet üzerinden izlemeye razı oldum. Epeydir aklımda olan “Nasipse Adayım” filmini izleyeceğim. Fakat gezindiğim platformlarda yok yok! Başka bir film seçeyim ama o kadar ki afişe çıkan filmlerden bile kopmuşum. Ne var ne yok araştırmacılığında çaresiz kalınca gecenin ilerleyen o şuh saatinde çok seksi bir mesajla sinemacı/oyuncu bir dostumuza ne tavsiye veresin abine, kıvamında sordum (!). Evet, şefin tavsiyesi geldi. Aşk olsun ki dostluğa sığmayan bir seçimdi (!). İsme ve ismin kapsadığı hitabete bakar mısınız? Hani o “bay” sıfatı olmasaydı hitabet içeriği keskinleşmez, üstüme de almazdım. Filmin adı “Bay Hiçkimse” (Türkçe yanlışı bana ait değil, filmin ismi afişinde aynen böyle yazılmış. Dolayısıyla korunması gerekir.)
“Sen bir hiçsin!” anlamında subliminal bir mesaj yüklü olduğunu anında kavramamla birlikte alınganlığım tavan yaptı (!). Bilim kurgusal fantastik bir filmmiş. Dedim ki yıla böyle girilmez. Kafanı karıştırır bunu diğer haftaya sakla.
Peki n’apmalıyım? Dur hele, pandemiden önce izleyemediğim o film neydi? Hem böylece hayat kaldığı yerden devam eder. Hani Şenol’la sinemaya gidecektik de 8 Mart dolayısıyla Taksim ablukaya alınmıştı da ben Taksim’e girememiştim de Şenol da zaten Kadınlar Günü dolayısıyla sevgilisini (eş) bana tercih edip gelmemişti de falan filan... O günden aklımda kalan bir baba-oğul hikâyesini anlatan film var. Bu kaçıncı baba-oğul filmi izleyişim? Özellikle çekiyor beni. Gelin görün ki işte o gün izleyememiştim.
İnternette yılbaşı filmi niyetine özellikle bir baba-oğul hikâyesi olan işte o “Nuh Tepesi”ni açtım ki a aa ben bu filmi izlemişim yahu? Olsun be doyamam aile tabanlı filmlere! Yılbaşı ertesi ritüeli hatırına içimdeki yangın yerine bir perde açıp bir daha izledim.
İşte o gün Taksim’i aşıp Levent’teki sinemada “Nuh Tepesi” filmini izlemişim son olarak. Hafızamın sabıka kaydında açılan kaçıncı gedik bu? Belki de yine yanılıyorumdur. Acaba o günkü izlediğim film “Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi” miydi yoksa “Nuh Tepesi”ni daha önce mi izlemiştim? O gün 8 Mart’ı anlatan bir yazı yazmışım ve yazının sonunda bitirmek zorundayım, zira film başlıyor, demişim. Evet, fuayede bir yazı yazdığımı anımsıyorum. Zaten 15 Mart’ta karantinaya girdik bir daha da çıkamadık.
E bir filmin izlenme hikâyesini film kadar yazmışken kendisini yazmama gerek kalmadı, desem biliyorum ki yönetmen, hakkını isteyecek. Üzerimizden bir yazı çıkartıp da suyumuza sabunumuza dokunmadan kaçmak adalet mi, diyecektir. Hatırı kalmasın.
Nuh Tepesi, bir çekişmeli hayatlar filmidir. Baba-oğul, oğul-eş, Baba, oğul-geleneksel köy çekişmesi gibi.
İki kısa film sahibi olan Cenk Ertürk’ün yazıp yönettiği bir filmdir Nuh Tepesi. Dünya prömiyerini Tribeca Film Festivali’nde yapmış olup Adana Film Festivali’nde En İyi Film ve En İyi Yönetmen dalı olmak üzere birçok ödül kazanan bir filmdir.
Haluk Bilginer’in oynadığı İbrahim karakteri Paris’te yaşamını sürdürürken öleceğini düşünerek çocukken husumetten dolayı terk ettikleri köye gömülmek arzusuyla gelir. Paris’te yaşamasının sebebi, evliyken âşık olduğu başka bir kadının peşinden gitmesidir. O nedenle Oğul Ömer’le (Ali Atay) baba arasında sadakatsizlik ve sevgisizlik üzerine kurulu bir çatışma ve tabii ki suçlama vardır. Oğul Ömer, bu travmanın etkisiyle evliliğini rahat sürdüremediği iddiası içerisinde hamile eşiyle de çatışmaktadır.
Baba İbrahim, özellikle arazilerinin bulunduğu Nuh Tepesi’ne kendi eliyle diktiğini iddia ettiği ağacın altına gömülmeyi arzulamaktadır. Husumetlileri olan bakkal Cevdet ise o ağacı Nuh Peygamber dikmiştir, teranesiyle inanç sosuna batırıp çoktan beridir kazanç kapısı hâline getirmiştir.
Ömer, hamile karısından boşanmak üzere olmanın da doğurduğu boşlukla babasının bu gömülme arzusuna boyun eğer ve onunla Bursa’daki köylerine gider. Giderken bile baba-oğul arasındaki ilişkiyi daha doğrusu Ömer’in babasına olan tavırlı hâlini kavrıyorsunuz. Ömer, babasıyla yan yana seyahat etmelerini engellemek için ön kapı kilidine çivi sıkıştırır ki arka koltukta olsun ister.
İşte böylesi bir ruh hâli içerisinde köye varırlar. Eski tanıdıkları ve tarlanın yerini ararken ağacı çıkar kapısına çevirenlerin ve feodal gerici bağlarla onların işbirlikçileri hâline gelmiş tarla takım işlerine bakan bürokratların engelleriyle karşılaşırlar. Bu seyahat içerisinde bir yandan babasıyla geçmişe yönelik hesaplaşmalar yapan Ömer babasını sahiplenmekle kalmaz duygusal soğukluğu da yavaş yavaş atmaya başlar. Babaya karşı yumuşamış olmanın enerjisiyle o köhne feodal yapıya karşı mücadeleye girişir.
Bu tür filmlerde babaların, çocuğun, özellikle de oğulların, anayurdu olduğu gerçeğinin yadsınmaması ya da senaryoların öyle evirtilmesi, travmasını yüreğinde her daim canlı tutulanlar için ferahlatıcı olmaktadır. Hani şiirde "Yalan da olsa hoşuma gidiyor, söyle" diyor ya sanal bir yaşama anı da olsa o sıcaklığın yansıtılması sağaltıcı bir şey.
Ömer’in karısı hamile hâliyle son bir kez Ömer’i görmek için peşleri sıra ansızın köye gelir. Eşi tarafından içindeki o öfke ve çatışma etkisiyle her daim kötülenen kayınbabayla da ilk kez tanışır. Hiç te kötü olmadığını şaşkınlıkla öğrenir. Aslında sorunun bir kötülük atfetme değil de bir iktidar mücadelesi (Kuşak çatışması da denilebilir.) olduğunu içselleştirip babaları teselli etmek lazım.
Karısı, Ömer’i beklemediği bir enstantaneyle yakalar. Ömer, Dostoyevski’nin “Budala”sını okumaktadır. Elif pek de küçümsediği kocası adına sevinir tabii ki kültürel faaliyet içerisinde yakaladığı için. Mademki söz Dostoyevski’ye dayandı o zaman yüreği parçalanmış babaları Dostoyevski’nin filmde gözükmeyen ama bizim dimağımızda asılı duran o teorisiyle sağaltmaya çalışalım. Ben de bilirim ki (h)er çocuk kahraman olmak ister.
“Her kim ki baba otoritesine isyan eder o bir kahramandır.”
Bu savaşta ilginç bir değinme daha doğrusu bölümleme var. Zihinlere muştalanmış olan imam, baba-oğul ikilisinden yana hukuka bağlı çağdaş, ilerici bir tutum takınırken, ikonik olarak cumhuriyetin ve modernitenin temsilcisi olan öğretmense dini taassupluğu destekleyip feodal ilişkilerden yana tavır almaktadır. Eski bir izlence yazısı olduğu için ve yer yokluğundan bu konuyu tartışıp yorumlamadan geçeceğim.
Dikkat çeken bir durum var. Bizim sinemamızda soyutlama senaryoları pek üretilemiyor gibi. Neredeyse tuluma varacak oranda somuta indirgenmiş konular işgal etmektedir perdeleri. Hâliyle de konular tekrar gibi ortaya çıkmaktadır. E üç beş olunca da ister istemez kimi zihinlerde eko yapmaktadır. Oysaki aile dramları yabancı filmlerde de revaç görmektedir. İşte bu baba-oğul hikâyeleri sıktı artık, diyen densizler de çıkabilmektedir.
Bu temaya doymuşlardır haklı da olabilirler. Kimi eleştirmenleri bu bıktırmışsa beni de onların birbirini taklit etmesi bıktırmış durumda. Vay efendim, kasabaya açılan bir film ve geniş açı kameralar görmeyegörsünler hemmen bir Nuri Bilge Ceylan klişesi yapıştırıyorlar. Yav güzel kalemşorum, konu köye ya da bir enstantane olarak doğanın kucağına doğru gidişse yönetmen niye pastoral kareler oluşturmaya çalışmasın ki? Bir tek anasının gözü olan NBC mi? Bunu yakaladığım zaman ben de bir değinme olarak çoktaaan dile getirmiştim bir hatta iki film yazımda. Ama gel gör ki Nuh Tepesi’nde asla NBC kalitesi yok. Dolayısıyla her sakallı hikâyesi misali he arazi çekimini gördüğünde NBC klişesini vurma.
Oyunculuk?
Bak işte benim bir de böyle sıkıntım var. Bizde her rolde Haluk Bilgin’er hep Haluk’tur, ya da aklıma gelmeyen diğerleri hep her rolde yine kendileridir. Yani topal rolündeyken de aynı düz rolündeyken de aynı çehre aynı jest ve mimikler. Tamam tamam, iyi oynamış. Ömer rolündeki Ali Atay da iyi ama ne o ya senaryonun dili baştan sona çocuk ahlakını bozan adi küfürlerle dolu. İşte yeni moda Türk sineması jargonu da bu oldu. Bakkal rolündeki Cevdet’i oynayan Mehmet Özgür’ün oyunu bu kadar gerçekçi olabilir. Bir ara gerçek hayattaki o felsefenin ta kendisi diyorsunuz. İster hümanist yaftayla bakınız ister ifrit yaftalamasıyla bakın. Ha gelinimiz Elif’i (Hande Doğandemir) mi unutmuşum? Bir dram çekecek olsam onu oynatırdım.
Hepiniz ana-basınız ya da oğul-kızsınız. Önümüzdeki hafta sonu yine hapissiniz. Neden açıp izlemeyesiniz ki?
Heyyy yapımcılar, benim oynamamı şart koşun da şu sinemada mesela ikinci bir Yılmaz Güney olabileceğini görsünler ya!
Yorumlar
Yorum Gönder