39- BATI YAKASI'NIN HİKÂYESİ
BATI YAKASI’NIN HİKÂYESİ
Ah muhterem okuyucular, mümkün olsa da şuraya Ahmet Kaya’nın “Siz, Benim Neler Çektiğimi Nerden Bileceksiniz?” şarkısını koyabilseydim.
Yıla kayıpla başladım, demek ki öyle gidecek. Yılbaşı yemeği yediğim restoranda deneme amaçlı te Londra’da getirilen iki adet hapımı (?) kaybettim. Biliyorum hap üzerine içinizdeki o saklı hınzırlıklar nüksedecektir ama öylesi değil.
Epeydir batıl sahibi oldum. Kadercilik gibi! Sebep, hep kaybeden taraf olmamın yılgınlığıdır.
Bir önceki yazımda bir başka vesileyle bulunduğum atfı buraya da kendim için alayım.
Anlaşılan o ki benim için bu yıl “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”.
Bu yazıdan sonra muhakemeye girişeceğim. Bir süre kepenkleri kapatmaya yönelebilirim. Aksi olur da karalamalarımı koyarsam zaten o olağanın sürmesi demektir.
Evet,
Her yeni yıla tekil veya eğlencelik özelliği olan bir film seyriyle girmek isterim. Ne bileyim karlı bir Noel telaşesini ya da klasik otomobiller üzerine tatlı bir hikâyeyi anlatan film diyelim mesela. İşte önümde bir müzikal var. Bundan iyisi Şam’da kayısı.
Bu yılbaşı tatilimde geleneksel sinema ritüelimi “Batı Yakası’nın Hikâyesi” filmini izleyerek yerine getirdim. “Batı Yakası’nın Hikâyesi” derken diğer bir eser (roman) olan “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” adı dilime pelesenk olup duruyor. Fonetik çağrışımından mıdır yoksa başka bir anlam paralelliği oluşturmamdan mıdır tam olarak bilemiyorum. Galiba her ikisi de.
“Yaka-cephe” ikiliğinin içerdiği anlamlardan birisi de coğrafi işaretlemedir. Hikâyeleme işi, atıfta bulunulanı anlatmaya çalışmak olduğuna göre hikâyesi malum bir coğrafi alanda beklenen değişikliğin olmamasını anlatan içerikleriyle de paralellik kurmuş olabilirim. Batı yakası, itilmişlerin kümelendiği New York’un işçi mahallesindeki dramı anlatırken, Batı Cephesi, Birinci Dünya Savaşı dramındaki bir kesiti anlatmaktadır.
Neyse, dil ve zihin takıntımı rahatlattıktan sonra esasa geleyim. Yer kalırsa diğer Batı Cephesi’ne daha geniş değinebilirim.
Batı Yakası’nın Hikâyesi, aslında siyah-beyaz (TV) günlerimizin kült filmlerinden birisiydi. İlk versiyonu ta ben doğmadan önce bir müzikalden beyaz perdeye aktarım uygulamasıdır. Beklenenin ötesinde ses getirirken 11 Oscar’dan 10’unu toplamıştır. Grammy vd. ödüllere de sahip olmuştur.
Gösterimdeki yapım ise çağdaş teknoloji eşlikli ikinci versiyonudur. Sinemanın dahi çocuklarından Steven Spielberg anlaşılacağı üzere 10 Oscar’lı bir başarı üzerine bağdaş kurmaya kalkışmış. E peşinen söyleyelim ki bendenizin izleyicilik algısına göre başarmış.
Yılın ilk izlencesi olarak bu filmi benim için önemli kılan nedir?
Yaşamın organik ve arınık olan siyah-beyaz diye kodlayacağımız klasik yıllarına aşkla bağlı bir insanım. O günlerin nostaljisini yaşamayı “çocukluğumun anavatanına” dönüş olarak görürüm. Kaldı ki duygusal insanlar için dimağa dokunan her bir gün, bir gün sonrasının nostaljisidir. (Parantez içerisine aslında ben bir muhafazakârım, diyerek tartışmaya açık bir kapı bırakayım. Yalnız değilim, haddizatında Türk toplumu tümden muhafazakârdır.)
Demem o ki Spielberg, renkleriyle, ışıklandırmasıyla filme esas olan tüm dokuları görsel bütünlük içerisinde vermiş ki siyah-beyaz özlemime uygun 50’li, 60’lı yılların büyüsü içerisinde izledim. Örneğin, kavuşmaları imkânsız sevgililerin balkonlar arası kaçamak atraksiyonları insanı alıp tam da o yıllara götürüyor. Filmdeki tüm enstantaneler o zamanların ılgınlarını getirip yüzünüze çarpmaktadır.
Yine iç mekân sahnelerinde dikkat çekilmek istenen nesnelerin ya da oyuncuların üzerlerine düşürülen loş ışık huzmeleri ya da gün ışığının yarattığı nostaljik etkilerle ister istemez o yılların atmosferine sürükleniyorsunuz.
Film, göçmen çocuklarından oluşan iki çetenin kavgasıyla başlıyor. Ne için kavga etseler beğenirsiniz? Amerika için! Bir yandan, farklı ülkelerden göç edip gelen (Daha ziyade Polonyalılar) beyazların torunlarından oluşan bir grup var. Diğer yandan da Porto Riko’dan gelmiş tenleri farklı İspaniklerin çocukları var. Porto Rikolu çete grubunun adı “Sharks” iken beyaz çetenin adı “Jets”dir. Birbirlerine karşı demek isterler ki biz daha Amerikalıyız! Porto Rikoluların başlarına kakılan tek eksiklikleri Amerika’ya daha sonra gelmeleridir. (Ne alaka denilebilir ama burada Türkiye’nin içindeki yanlış bir kavramsal nefrete karşı çıkarılacak ders varken o konuya girmeyeceğim, deyip geçeyim.)
Film, aslında egemenlerin böl-kamplaştır kolay yönet taktiğini işliyor. Yaşamsal çıkarları ortak olanların güç birliği hâlinde olmaları gerekirken nasıl da ırki temellere itilerek çatışmacı hâle getirilmelerini göstermektedir. Bu mesajı, devleti temsil eden polis ikonu üzerinden vermektedir. Polis, bariz bir şekilde beyazları teşvik ve kollama güdüsü içerisine giriyor. “Güdü” kavramını özellikle kullandım ki Amerika’nın gelenekselleşmiş “beyazı üst tutma” genetiğine vurgu yapmak için.
Aşksız müzikal mi olur? İmkânsızlıkların içerisinde çıkan aşk ateşli olacaktır. İşte ondandır ki çatışmacı iki grup arasında bir aşkın doğması yeğdir. E hazır bir şablon var ya! Nedir o? Romeo ve Juliet. Vala, benim koskocaman yazar Arthur Laurents’i intihalcilikle suçlayacak ya da hayır hayır, daha doğru ifadesiyle esinlenmiştir, demeye kalkışacak gücüm yok! Bu hadsiz (!) yakıştırmada bulunanlar sinema otoriteleridir. Onların yalancısı olarak “burnumu uzatmayı” göze alacağım.
Tarafsız bir okuyucu olarak söyleyeyim ki “esinlenme” az buz değil. Romeo ve Juliet’i izleyenler veya okuyanlar bu filmi izlediklerinde burun meselesinde Pinokyo’luğa pek de evirilmeyeceğime kefil olacaklardır.
Shakespeare’in, Romeo ile Juliet’in imkânsız aşkları üzerinden iki farklı anlayış içerisinde gelen uzlaşmazların çatışmacılığını işlemesine nazire yapar gibi “Batı Yakası’nda” da iki grup üyesi arasında imkânsız aşk kotarılmaktadır ama bir farkla. Müzikalin tansiyonunu yükseltmek için Batı Yakası’ndaki imkânsız aşk engeli sınıfsal çatışmadan değil aksine kekliğin kendi ırkına düşmanlığı misali sınıfsal dayanışmacılık yokluğundan kaynaklanmaktadır. Adi çetecilik rekabetinden kaynaklı düşmanlık engeldir bu aşka.
Cepheleşme mizanseninin içerisindeki aşka gelelim. Beri yandan Porto Rikolu Sharks grubunun lideri Bernardo’nun kız kardeşi Maria. Öte yandan daha önceden çete liderliğinden yatıp çıktıktan sonra elini eteğini çekip düzgün hayat içine giren beyazların parlak çocuğu eski lider Tony var. Henüz tanış değiller.
Maria, çete lideri olan abisi Bernando ile onun sevgilisi Anita’nın “ilk dans gecesi” için hazırlanmaktadır. Olacak olmalı ya salona rakip çete Jest grubu da gelecektir. Tony, çetenin kurucu iki liderinden birisi olduğu için diğer kurucu ortağı Riff tarafından ısrarla partiye çağrılır. İşte bir araya gelinmesi asla olası olmayacak aşk ateşi burada alevlenecektir.
Gerisi, iki farklı çete içerisinde bulunan gayriresmî eniştenin, gayriresmî kayınbiraderi düelloda öldürmesine kadar varır. E hadi, bahtsız Maria n’apsın? (İzlerken beni ahlaki travmalara sürükleyen) Bir yandan abi katiline karşı sarsılmaz bir aşkla bağlılık içinde onu bırakmama gaddarlığı, diğer yandan hâliyle kendisine karşı alınması kaçınılmaz olan cephe durumları...
Bu acıklı Amerikan hikâyesini eğer ki çatışmacı sosyo politik irdelemeler eşliğinde seyre daldığınızı fark ederseniz sonunda harika ritimler eşliğindeki şarkı ve danslarla derin ferahlamalar içinde çıktığınızı duyumsayacaksınız. Çete üyelerinin ve kadınların Latin kökenlilerden seçilmesiyse filmin inandırıcılık duygusunu arttırmıştır.
Kalemim buradan öte çalışmaz. Sürprizlere gebe olan filmin gerisi izleyicilere kalsın efendim.
Meraklısına ansiklopedik bilgiler:
Film, Arthur Laurents’in kitabından uyarlanmıştır. Kitap, önce 1957 yılında müzikal olarak sahnelenir ardından da 1961’de filme çekilir. Müzikleri Leonard Bernstein yapmıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder