10- THE HATEFUL EİGHT: “Sekiz Gereksiz Adam”

Olabildiğince sıradan bir olaymış gibi, yumuşakça aktarabildiğim kadarıyla yazdım. Yüreğinin izin verdiği kadar ürperti duyacaksındır. Bu, okunması kolay, su gibi akıp giden acıklı bir hikâyedir. 

Yazar Haldun Çubukçu’nun “Yargu” isimli tarihsel bir romanı var. Bu çalışma, önce Ezel Akay yönetiminde bir film projesi olarak tasarlanır ama sonradan roman olarak kalır. 

Derken, bir gün muhabbet ortamında bu proje söz konusu oldu. Projenin gerçekleşemediğinden vs. söz edildi. Benden bir itiraz: Nasıl olur? Ben, fragmanını dahi izledim ama filmini izleme imkânım olamadı, dolayısıyla filme çekildi, diye iddia ediyorum romanın yazarı karşısında. O da bana, “Sakın, Ezel’in ‘Hacivat-Karagöz Neden Öldürüldü?’ filmiyle karıştırıyor olmayasın?” diyor. Hayır, onu izledim, biliyorum, karıştırmıyorum, diyor ve halen iddia ediyorum, çünkü eminim. 

Benim “bunaklıklarım(!)” malumları olduğu üzere, “Bu, yine bir zırt atıyor!” gibi bir haksızlık sergiledikleri yok da bir yandan gülerken, bir yandan da her zamanki gibi, tedavi olmasa bile en azından bir nörologla görüşmeye ikna edilmeye çalışılıyorum... 

Yanılsamamı irdeleyecek olursak, aslında beynim, seyretmiş olduğum “Hacivat-Karagöz” filmiyle aynı tarihsel zaman dilimine denk gelen, okuduğum kitap konusu arasında sahneleme paralellikleri kurmuş olacak ki; film-kitap, kitap-film kaymasıyla “sanma” kazasına uğratıyor beni. 

Ben, her zamanki gibi “Maddenin Korunumu Kanunu”na aykırı durumlar yaratıp duruyorum. Beynimde nasıl bir mekanizma hâkimse, “yoktan var; vardan yok” etmeye çalışıyorum. Bu kanunun sahibi Fransız kimyager benden davacı olacak ama kendisi bu doğa kanununa uymuş, başkalaşmış durumdadır ki yanıma gelmesi mümkün değil. 

Aşağıdaki anlatımlarım; “Ben, zaten hep böyleyim!” mazereti yolunda kendisine masumiyet kazandırmak için yukarıdaki anlatıma ihtiyaç duyacaktır. Nasıl olsa bağlamında kopuk değildir; işin içinde yine sinema olayı var. Ana eksenin içindeyiz yani. Hele bu film-kitap hikâyesi şuracıktan, kendi yerinden duradursun bakalım. 

Televizyonda izlediğim fragmanların birinden anladım ki film dağda geçen karlı-tipili bir mağduriyet ortamı filmiydi. Tanıtım anonsunda, yönetmen Tarantino’nun… der demez, “Ha şu sözü edilen ‘The Hateful Eight’ filim” diye daha da bir merakla o iki dakikalık parçayı izledim. 

Nedense, aklımda hiç olmayan bir çağrışıma yol açtı. Kendi kendime, o çağrışan filimle ilgili olarak zihnimden konuşmaya başladım: 

“A aa, o film; taa, orta birinci sınıftayken izlediğim yine karlı-tipili, fırtınalı bir dağ filmiydi. And Dağları’nın üzerine çakılıyordu içindeki sporcu kafilesiyle birlikte. Ölümü beklerken açlıktan çaresiz, ölen arkadaşlarının cesetlerini yiyorlardı ve bu olay gerçekti.” 

Peki, o filmin adı neydi… Neydi?.. Benim, her lazım olanı anımsamam mümkün mü? Zaten, edindiklerimi bunaklığıma kurban vermeseydim, emekliliğimde oturur “Gereksiz Birikimler Ansiklopedisi” yazardım. Tabii, düştüm bu eski filmin peşine… Yine yardım edenim yok! Ama, hangi çağdayız? Bulurum izini elbette bir şekilde. Gene, üzüm yemeyi bırakıp bekçi döveceğim. Tarantino’nun filmini Sadece izleyip yazmakla kalmayacağım. Bu filmin vesile olduğu tüm çağrışımları hikâyeleştireceğim. Sömürgenim ben… En güzeli de on bir, on iki yaşlarımın atmosferine döneceğim; ne mutlu ve çok heyecanlıyım. 

Ama bu fragman, öyle uçaklı, uçanlı bir filme benzemiyor. O iki dakikalık parça görüntüye tüm sığdırılanlardan anlaşılıyor ki bu western türü bir film olsa gerek. Atlı arabalar, çizmeler, fötrler, şerif yıldızları, toplu tabanca, kısa namlulu tüfek... İşte geçmişten bir esinti, kovboy filmi bu. Eh, artık, western kültürüne de bir değinmek icap eder nostalji hatırına. 

Bunun bir western olduğu anlaşılıyordu ama, çocukluğumun filmiyse gerçek hayattan aktarma bir dram-macera filmiydi. Bu westernle o uçaklı filmin karlı bir ortamdan geçmesinden başka bir benzerliği yok ki… Çağrışıma sebep de sadece bu karlı dağ ortamı olsa gerek. Olur ya, beyne her şey her şeyi çağrıştırır mı çağrıştırır. Örneğin bir kokunun bir rengi dahi çağrıştırdığı olmaz mı olur! Eh işte tatlı bir nostalji esintisi say ve geç! Hayır! En azından o filmin adı neydi, onu bulmam lazım! O filmin hikâyesi tüm dünyayı sarsan dramatik bir yaşantıydı. Düş bunun peşine… Tarantino nasıl olsa yerinde durur. 

Yıl 1972 aylardan Ekim. Uruguay uçağının içinde, bir üniversitenin voleybol benzeri bir takımında top koşturan, 45 öğrenci Şili’ye, maç yapmak üzere, uçuş halindeler. Hava şartları çok kötü ve görüş alanını sis-bulut kaplamıştır. Pilot, fırına dolayısıyla acil iniş için üzerinde olduklarını düşündüğü şehre iniş yapmak üzere kuleden erkenden izin alır. Bu yanılgının bedeli ağır olur. Uçak And Dağları’nın yüksek rakımları üzerindeki “Gözyaşı Buzulu” denen zirveye çakılır. Sağ kanat parçalanır, derken ikinci çarpmadan da sol kanat kopunca gövdesi üzerinde yol alan uçak, dağın yüksek yamacından kayarak karlı bir zemin üzerine oturur. Arka kuyruk da kopmuş durumdadır. 

Öğrencilerden on ikisi hemen, beşi ertesi sabah, birisi de yarasına yenik düşerek sekizinci gün ölür. Geriye 27 kişi kalmıştır. Yüksek rakımlı tepelerin içinde o fırtına koşullarına insanın dayanması pek beklenecek bir şey değildir ama sekiz gün dayanabilmişlerdir. Fakat, bunun ötesi yok gibi. Stoktaki gıda maddelerini koklayarak, yalayarak bitirmekteler ki yardım gelesiye kadar en azından açlıktan ölmesinler. Pilot kabinindeki siperliklerden güneş gözlüğü yapmışlardı ama kar körlüğünü engelleyecek ve soğukta koruyacak giysileri de yoktur. İçlerindeki iki tıp öğrencisi, kırık çıkık yaraları için uçak malzemelerinden derme çatma aletler yaparlar. Herkes alanına dair buldukları malzemelerle yaşam aletleri becerebilmeye çalışır. 

Üç ülkeden ekipler ortak aramaya koyulur fakat beyaz renkli olan uçağı karlar içinde fark edemezler… Sekizinci gün armayı sonlandırırlar. Aramaların durdurulduğundan habersiz, kurtarılmayı bekleyedururken… Umutları artık tükenme aşamasına gelmiş, dualar eşliğinde ağlamalar başlamıştır… Uçakta bulunan bir pilli radyodan on iki gün sonra arama faaliyetlerinin durdurulduğunu öğrenen bir çocuğun içinden birden bir umut ışığı yanar. Bu çocuk, arkadaşlarına, “Durun! iyi bir haberim var, az önce öğrendik ki arama durdurulmuş.” deyince içlerinden birisi kızgınlıkla, “Bunun neresi iyi?” diye hayretler içerisinde bağırır. O genç, “Çünkü, çaresiz kurtarılmayı bekliyorduk. Şimdi buradan kurtulmak bize kaldı!” deyince herkesin içini bir güç duygusu kaplar. 

Yiyecek stoku tükenmek üzeredir. Kar eritme yoluyla su elde etmeyi becerir içlerinde birisi. Elde üç-beş çikolata, çerez vb. yiyecekle bir-iki şişe şarap kalmıştır ve günler uzamaktadır. Dağın zirvesinde karlar içinde ne bir ot türü ne de hayvan… Buldukları üç beş otu da yemişler ve artık stoklar da bitmiştir. Açlık artmış, dayanılamaz hale gelinmiştir. Tüm aramalara rağmen yiyecek bulunamaz. Uçağın kırıntılarını, döküntülerini tekrar tekrar gezerler… Kimyasalların zarar vereceğini bile bile bavulların derilerine kadar koparıp yemeye çalışırlar. Koltukları parçalarlar saman bulma ümidiyle ama yenmesi mümkün olmayan süngerler çıkar içlerinde. 

En sonunda çaresizlik ve açlık içinde ölen arkadaşlarının cesetlerini yemeye karar verirler. Fakat, insan insanı hem de çok yakın dostlukları olan sınıf arkadaşlarını nasıl yiyebilirlerdi? İçlerinde çeşitli inançlarda olanalar var. Kendine göre yorumlamalar yaparlar… Ama, istenilmeyen bu iğrenç sonuçtan kaçamazlar hayatta kalabilmek için. 

On altıncı gün, hayatta kalanlardan sekizi daha, uçağın enkazında uyurken, üzerlerine düşen bir çığ sonucu hayatlarını kaybederler. 

Çığdan sonra kimi çocuklar hayatta kalabilmenin tek yolunun dağları tırmanarak aşmak ve yardım aramak olduğundan ısrarcı olurlar. Şili topraklarının, batıda yalnızca birkaç mil ötede olduğunu düşünüyorlardı. Bu umutla çeşitli yön tayinleri ve hesaplar yapılır. İş bölümleri oluşturulur kimi sağa kimi sola kimi aşağı kimi yukarı yol bulma izleri sürerler ama ne güçleri elverir ne de hava şartları. Kısa mesafeler sonrası gözleri kesmez, geri dönerler. 

Bu kısa erimli denemelerde, uçağın kuyruğunu ve arkadaşlarından altısının daha cesetlerini bulurlar. Bu kuyruk kısmı onlara yeni umut olur. Buldukları birkaç bavulun içinde yiyecek artıkları, birkaç parça giyecek, sigara ve bir de çizgi roman bulurlar. En önemlisi kuyruk kısmındaki boruların etrafında sarılı yalıtım malzemeleri daha sonra hayatlarını kurtaracak önemli bir işlev görecektir. İçlerinden birisinin annesi terzidir ve küçükken annesinin maharetinden az da olsa kapar. Yalıtım maddesinden üç kişilik uyku tulumu dikerler. Bu arada yaralı bir çocuk daha ölür. 

Sonunda üç çocuk -dile kolay- kazadan tam altmış gün sonra hep batıya doğru tırmanışa geçer. Gecelerin dondurucu soğuğunda, üçü birden uyku tulumunun içinde vücut ısılarını da birleştirerek hayatta kalmayı başarırlar. 

Sonunda, dağın zirvesine varırlar ki ne görsünler uçsuz bucaksız sıra dağlar uzanmakta. İçlerinden birisi, “Y” şekline benzer bir iz görünce çıkış yolunun burası olacağını düşünür. Fakat yiyecek stoku azaldığı için üçüncü çocuğu tekrar kaza yerine gönderirler ve ikisi o “Y” çatalını takibe koyulurlar. Dokuzuncu gün alçalan noktalarda bir nehir olduğunu fark ederler. İnerler ve karşı da atlıya benzer bir karartı görürler ve bu kurtuluşları olur. Buradan sonrasını tahmin etmek güç değil. Helikopterler eşliğinde ekip gelir ve bu hayat mücadelesi tam yetmiş iki gün sonra 45 kişiden geri kalan 16 kişilik zaferle son bulur. 

Ve bu dramatik olayın kitapları yazılır, filmleri çekilir. Ben, bunun sinemasını belirttiğim gibi orta birinci sınıftayken Antep’te Arı sinemasında izledim. Evet, izledim! Onu bulmalıyım. Bu filmin adı ne? Bul bula bilirsen! İnternetin olmadığı bir dönemin filmiydi. 

Ve… Sonunda hiç te zor olmayan bir şekilde buldum. Filmin ismi: “Alive” yani “Canlı” Adıyla müsemma! “Alive” hayatta kalışı anlatan bir isimdir. Fakat, o da ne? Yapım yılı 1993. Hayır bu değil benim aradığım film. Maalesef, başka film kaydı da yok. Yok yok yok! Nasıl olur yahu? Ben, Antep’te “Arı” sinemasında orta birinci sınıfta izlememiş miydim? Eveet! 

Ne demiştik? 

“Alttaki ikinci hikâyemiz yukarıdaki birinci hikâyeye ihtiyaç duyacaktır kendini aklamak için.” 

Şimdi dönelim ilk hikâyemize. Haldun Çubukçu’nun “Yargu”su ve Ezel Akay’ın “Hacıvat-Karağöz”üne… İkisi, birbirinin yerine geçmemiş miydi? Film-kitap, kitap-film olmamış mıydı? 

Yine, hafıza ihanetine mi uğradım? Kaç yılla, taa kaç yılın öncesini birbirinin yerine mi geçirdi? Orta birinci sınıfımızda olmayan bir filmi kendi kendimize çektik ve izlediğimiz sinema salonunun adını adresini dahi verdik. 

Bana güleceksiniz hatta hakkımda birbirinizle fısıldaşacaksınız ama… Yok arkadaş diretiyorum! Bee-n buu filmi iz-le-diim! Olayla ilgili bir film daha olacak diyorum. Ama, nerde? 

Evet, yine duyuyorum, “tedavi olsana” homurdanmalarını. 

Yoksa, olmadık işlere soyunan, Orhan Veli’nin “Dalgacı Mahmut”u ben miyim? 

“İşim gücüm budur benim / Gökyüzünü boyarım her sabah / Hepiniz uykudayken / Uyanır bakarsınız ki mavi! // Deniz yırtılır kimi zaman / Bilmezsiniz kim diker / Ben dikerim!” 

Dinlemem ben, “Maddenin Korunumu Kanunu”nu. Varı yok; yoku var ederim. 

Arkası yarın.

Yorumlar

Popüler Yayınlar