8- SAKLI HAYATLAR VE UMUDA YOLCULUK

Bir önceki yazımızda Sri Lankalı bir Tamil Kaplanı’nın mültecilik hayatını anlatan “Dheepan” isimli filmden hareketle bizim ülkemizde bir de “iç mültecilik” kavramının olduğunu ve bu kavrama hayat bulduran toplumsal olaylara da Maraş-Çorum olaylarını örnek gösterirmiş, Yeşilçam Sinemasında da yazımızın çerçevesi içinde kalmak suretiyle, iki filmle mülteciliğin işlendiğine vurgu yapıp bunu da ayrı bir yazı içinde ele alacağımızın sözünü vermiştik. 

Yazımızda 12 Eylül’ün çift yönlü bir mültecilik akınına sebep olduğunu ve bunun temel sebebinin de 24 Ocak kararları denilen ekonomik programın uygulanabilmesi amacıyla siyasi bir kırım gerektiği için yapılan darbe ve bu programa bağlı olarak da halkın fakirleştirilmesi olduğunu anlatmaya çalışmıştık. 

Önce 12 Eylül öncesine ufacık bir göz atalım. Ülkede gerek bir faşist diktatörya kurmak gerekse de uluslararası finans kapitale entegrasyon için kotarılan 24 Ocak kararlarının rahat uygulanabilmesi amacıyla ihtiyaç duyulan askeri gücün geliş yolları hazırlanırken tarihten alınan “alışılmış güçle” toplumun yumuşak karnı olan mezhep ayrımcılığı ve kırımı kaşınmaya başlanıldı. Bu strateji içerisinde darbeden hemen önce Maraş ve Çorum katliamı tezgâhlandı. 

Mademki bu yazı bir sinema yazısı üzerinedir, bu çerçeve içinde söz konusu filmlerimize geçelim. Önce “iç mültecilik” örneği: 

SAKLI HAYATLAR 

Çorum katliamını yaşayan bir Alevi ailenin dramı işlenir “Saklı Hayatlar” filmi içinde. Kapı komşularının katliamında kurtulan ailenin diğer fertleri can havliyle İstanbul’a göç ederler. 

Evet, bu yurdun ve ırkın öz sahiplerinin başında gelen Alevi-Türkmenler sanki yurdun düşmanıymış gibi tarih boyunca kırıma tabi tutulmuşlardır. Halen günümüzde bile büyük çoğunlukla kimliklerini dışa vuramazlar, ürkeklik içinde saklarlar. Bu korkuyla filmin adından da anlaşılacağı üzere İstanbul’da başka yeni hayatlar ararken yine “Saklı Hayatlar” içinde yaşamaya koyulurlar. 

Babasız kalan aile, mahallede çok çok sevilmektedir. Tıpta okuyan, allı turna misali çok güzel bir kızları ve yine çok çok şirin mi şirin mahallelinin maskotu haline gelen bir de küçük kızları var. 

“Dini bütün” ev sahiplerininse üniversiteli delikanlı bir oğulları var. Ailenin kızıyla, ev sahibinin oğlu sol siyaset grubu içinde yer almaktadırlar ve aralarında bir de aşk ilişkisi başlar. Bu arada kızın anası bunu öğrenir ve zihninde saklı kalan tarihsel-toplumsal travmaların şiddetiyle karşı çıkar, karalar bağlar. Kız, kendi öz ve toplumsal entelektüeliteye güvenmekte ve anasını bu konuda cahil bulmaktadır. Anası, “etme tutma görürsün gününü” yalvarması içinde… 

Oh oh! Aile insan, aile baş tacı, aile hüsnü kabul! Sülün gibi olan tıbbiyeli kız, mahalleliden kabul görmüş ve sevilmektedir. Hele hele o küçük kız yok mu, kıtır kıtır yenilesi geliyor. O derece yani. Ailenin evine mahalleli kabul ve misafirlik günlerine gelip gidiyor, muhabbet tavanda. Ne kutsanası, tapılası düzgün bir… Aile, insan ve yine insan! 

Derken, bir kabul günü dinden, inayetten söz açılırken küçük kız, “Ben de namaz kılabiliyorum.” deyince, komşular pek sevinirler. “Hadi o zaman annenin seccadesini getiriver de bize nasıl kılınacağını göster.” derler. Kız, odadan seccadeyi getirip de önlerine serdiğinde, ön yüzündeki Hz. Ali işlemesi görülmesin mi!.. 

Mahalleli kadınların yaşadığı elektrik çarpılması şokunu ve irkilmişlik içinde; o baş tacı, o sevimli, o tapınılası aileden birden bire iğrenmelerini ve tiksinmelerini vermeye ne senaryonun ne de yönetmenin gücü yetememiş maalesef. Komşular çil yavrusu gibi kaçışırken, “Tövbe tövbe… Hiç anlamamıştık, amanın komşular, bağrımızda yılan beslemişiz… Tüh tüh Allah günahlarımızı nasıl affeder…” şeklinde günahkârlık nidalarıyla evi, bahçeyi terk ederler. 

Çorumla annenin birden travması nükseder, yıkılır. Kapıyı, pencereyi korkudan kapatır, çocuklarına sarılır. Kızın aklında, ciddiye almadığı annesinin o uyarısı asılı kalır. 

Şimdi toplumsal bir soru: Bu topluma bir zihniyet ve beşeriyet devrimi gerekmiyor mu? N’oldu? Hani o yere göğe sığdıramadığınız aile insandı da itikadını öğrendiğinizde birden al ve akyuvarları mı değişti? Hayır, siz insan kalamadıysanız da onlar yine insan kaldılar. 

Sonuç: Hayatın saklı kalsa da seni izler, seni ele verir. Gölgendir! Fikrin asıl suretindir. 

Gelelim dış mülteciliği anlatan filmimize: 

“Biz Maraş’ta o dost ile düşmana yandık / Gâhi uyandık gâhi gaflete daldık” 

12 Eylül neye karşı yapıldı diye menşeini anımsayamadığım bir absürt espri vardı. Cevap: “Tabi ki sabaha karşı.” 

Evet, güle oynaya herkesin haberi olduğu şekilde sabaha karşı saat 04’te geldiği doğruydu da fakat yine Sol’a, özelinde de solun doğal bileşenlerinden Alevilere ve bir kesim Kürtlere karşı geldiği de doğruydu. 

12 Eylül’ün getirdiği baskı ve onun sebebi olan 24 Ocak’ın ağırlaştırdığı fakirlik ve işin içinde Maraş… Yine dışlanan Maraş’ın Alevileridir. 

UMUDA YOLCULUK 

İngiltere, İsviçre ve Türkiye ortak prodüksiyonu olan 1990 yapımı bir film. “En iyi Yabancı Film Oscar Ödülü”nü kazandı. Başrollerinde, Nur Sürer, Necmettin Çobanoğlu, Okay Yaman vd. Senarist, Feride Çiçekoğlu. 

Bu gerçek bir hikâyedir ve bendeniz de olaya hasbelkader vakıfımdır. Bir yakınımın da uyarısına rağmen aile yanlış bir “şebekenin” eline kendini teslim etmiştir. 

Maraş’ın bir köyünde, yine Alevi bir ailedir. Anılan siyasi iklim koşullarında hayatlarını kurtarmak için insan tacirleri aracılığıyla yasadışı yollardan İsviçre’ye girmek isterler. 

Haydar, karısı Meryem’i ikna ederek tarlasını takımın, hayvanlarını satar. Diğer çocuklarını baba evinde bırakırken, küçük çocuklarını okutmak gayesiyle yanlarına alırlar ve diğer köylülerle birlikte “umut tacirlerine” teslim olurlar… 

Belirlenmiş araçlarla belirli yollardan geçerek İtalya’ya varırlar. (O zamanlar İtalya’ya henüz vize yoktu.) Buradaki şebekenin, yine içinde Türklerin de bulunduğu İtalyan koluna teslim olurlar. Şebeke Haydarlarla birlikte bir minibüs dolusu mülteciyi de alıp Alplerin bilinmez doruklarında başa baş sahipsiz bırakırlar… 

Artık hesap etmeye gerek yok! Alplerin geçit vermez kar fırtınaları içinde polis köpeklerinin koku avcılığı takibinden çil yavrusu gibi dağılırlar. Çocuk Haydar’ın kucağında donakalır. 

Umut yolculuğu bu hüsranla son bulur. Filmin zaten gerisine gerek yok.

Yorumlar

Popüler Yayınlar