21- İNSANA HAYAT AĞACI OLAN BİR “ŞAMPİYON” AMA “HEPİMİZ İÇİN”

Hayatın ironisine dair söylenen sözlerden en sevdiğim hatta en benimsediğim söz: 

“Hayat, biz başka başka planlar yaparken başımızdan geçenlerdir.” 

Lise yıllarındayım... Haylazca uçuk kaçık düşler içindeyim. Sanki hayat hep böyle düşler çağındaki gibi lay lay lom havasında geçecek? Yeşilçam’a konu olan pembe panjurlu evlerden birisi de benim olacak(!). Boş duracak değil ya içinde bir ana melek ve yaşayamadıklarımı yaşatmayı düşlediğim bir dondurma bebek… Nasıl olsa düşlerin de atmosferi kapanmaz, kim tutar beni? 

İşte tam da o günlerde bu lay lay lom çağının ruhuna ters düşecek bir film geldi sinemalara. Adı: “The Şampiyon”. O zamanlar şimdiki gibi tanıtım araçları da yok. Bir tek film afişleri bulunurdu. Afişte bir boksör resmi var. Belli ki sırf müsabakaya dayalı yüksek tansiyonlu, vurdulu kırdılı sertlik sahneleri olan ve onun mükâfatı olarak ardından şampiyonluk gelecek falan diye düşündürmektedir. Fakat o da ne? Sertlik görüntüsüne uymayan Yeşilçam’ın Ömercik’ini andıran düşlerimin süsü bir de çocuk var afişte. 

Seyredilince anlaşılıyordu çocuk figürünün sebebi. Düşlerinin enkazı içinde kalan babanın büyüttüğü bir ayrılık çocuğuymuş meğerse. Kendilerini “terk eden anne” travmasını yaşatmamak için annenin öldüğünü söyler çocuğa. Boksörlük macerasını bitirip çocuğuna yoksunluk hissettirmeden büyütedururken yıllar sonra ansızın karşılarına çıkan soğuk suratlı annenin velayete heveslenme şokuyla sarsılırlar. Velayeti elde tutabilmek için güç kazanmak üzere yaşı pek elvermese de ringlere yeniden çıkan bir babanın ve duygusal yaşamı ona bağlı bir çocuğun hikâyesiydi bu. 

Sonunda bu çocuk melodramı sayesinde en çok gözyaşı döktüren filmlerden birisi olarak sinema tarihine yazılmış oldu o “Şampiyon”. 

Hayatın ironisine tekrar dönecek olursak, bu filmin senaryosunun ana omurgasının yirmi yıl sonra o büyülü fenerin kara kaplı salonundan çıkıp en ağır hâliyle üstüme çöreklenip de benim hikâyem olacağını nereden bilebilirdim ki? 

İşte bu “şampiyonluk” tezi, hayat maceramın içinde bende ürküntü yaratmıştır. 

Yıllar yıllar sonra karşıma yeniden bir “Şampiyon” filmi çıkmasın mı? Afişe ilk baktığımda “Yine ‘yarışmalı’ bir film mi ne?” diye düşündüm. Düşünmekle kalsam yine iyi! O boksör filmi ve ona paralel yaşamım zihnimde şerit gibi akmaya başladı. Fakat bu sefer afişteki ana figür bir at. At yarışıyla da hiç mi hiç ilgim yok ki! Skeçlere konu olduğu kadarıyla o heyecanlı spikerlerin sunuş seslerini bilirim, o kadar! At mat neyse ney! Geçmiş tecrübeden hareketle sırf müsabakaya dayalı olmayabilir, afiş farklı bir hikâyeye benziyor, deyip yanımda bulunan eski gazeteci dostum Mehmet Kara’nın da olurunu alarak “Bizim İçin Şampiyon” filmini seçtik. Memed’in unvanını belirtiyorum ki bir gün onu yazasım var. Zamanında bana güldüğü hatta gıcık kaptığı bir entelektüel tercihim onun yaşam çizgisi oldu. Şimdi de Memed için anımsayalım hayatı tarif eden o sözü? 

Ne yalan söyleyelim, karanlıklar içinde erkek erkeğe ağlaştık. Film bitti döndüm baktım ki salon tümden gözyaşlarını siliyordu. Ağlamaz gibi duran kimi izleyicilere yanaşıp “ağladınız” mı diye sordum. Ağlamaz olur muyuz, dediler. 

Hikâyesi gerçek olan bir film bu. Konuya geleceğim de o at da ne soyluymuş öyle? Tanış olmakla kıvanç duyduk. Bu film, modern bir aşk hikâyesidir. Bir noktasında klasik Yeşilçam melodram çizgisine taşar gibi algılansa bile öyle değil bu aşk hikâyesi. Aynı zamanda bir babayla kız; kızla at arasındaki aşk; binicisiyle at arasındaki aşka benzer bir uyumluluğun doruğunu çizen bir film bu. Anlayacağınız senaryosu çok katmanlı birbirini dışlamayan harikulade düğümlerin atıldığı ve izleyiciye heyecanla, merakla düğümlerin çözüleceği anları bekleten bir film. Senaryo ve yönetim Ahmet Katıksız’ın elinden çıkma. 

Çocuklara, okul çocuklarına, yaşama tutunmaya muhtaç hastalara ve dahi yenilmişlik kahırlarına gömülmüş insanlara özellikle gerek bu film. İzleyeceğiniz film tümden bir başarı hikâyesi anlatımıdır. Senaryo muntazam. Kadro mükemmel. İyi ki gelmişim, dedirtecek derecede soylu bir anlatımın dimağınıza yapışacak olan tadıyla bir hoşluk içinde sizi evinize uğurlayacak olan bir film. 

Bu gerçek hikâyeye değinmek lazım. O nedenle film dışı senaryonun gerisine uzanalım biraz. Bir aile var. Atman ailesi. Dede Ahmet Atman Mareşal Fevzi Çakmak’ın yaverlerinden bir süvari yüzbaşısıdır. Asker yani. Cumhuriyet ideolojisine bağlı bir aile. 

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “At yarışları, modern toplumlar için sosyal bir ihtiyaçtır, geliştirmek gerekir.” şiarına bağlı bir süvaridir Ahmet Yüzbaşı. Yarış Atı Yetiştiricileri ve Sahipleri Cemiyeti’nin kurucularındandır. Bir kızı ve oğlu vardır. At sevgisini çocuklarına da işlemiştir. Öyle ki kızı Esin 6 yaşında at binmeye başlar. 1958’de Veliefendi’de yarışarak -lütfen dikkat, işte Cumhuriyet bu- dünyanın ilk kadın jokeyi olur. Oğlu Özdemir ise iki kez Türkiye Jokey Kulübü Başkanı seçilir. Tüm zamanların en süratli safkanı olan “Bold Pilot” adlı atı yetiştirir. Bu “Bold Pilot”un Gazi Koşusu’nda elde ettiği başarı 1996’dan bu yana kırılamamıştır. Bu öyle bir at ki 7 kere Gazi Koşusu’nu üst üste kazanmıştır. Yine 5 kez de girdiği diğer yarışları kazanmıştır. 

Kendi kuralları olan ve bunu uygulatan bir soylu at. Yarışlarda bir türlü start kulvarına girmez, diretir. Ancak, Jokey Halis’le aralarında oluşan güçlü bağın yansıması olarak kulağına fısıldanan özel sözlerle başlama çizgisine girer. Öyle ki tıpkı filmdeki sahneler gibi gerçek hayatından da hipodromdaki tüm izleyiciler defalarca bu safkan “Bold Pilot” için nefeslerini tutarak ölüm sessizliğine bürünmüşlerdir. At, izleyicinin kendisine gösterdiği soylu saygıyı algılayarak öyle start çizgisine girmektedir. Kendisine hayranlık ve saygı uyandıran bir attır. Bir tek baba Özdemir Atman’ın kızı Begüm ve binicisi Halis Karataş’ın sözünden anlamakta ve kendisine sadece onları dokundurtmaktadır. Film aynı zamanda soyluca karaktere büründürülmüş bir safkanın hikâyesidir. Şaka diliyle söyleyecek olursak aralarındaki sınıfsal farklılığa rağmen “Bold Pilot” bu iki genç arasında çöpçatanlık görevi oynamıştır. Bu soylu aşkı vuslata erdiren bir at olmuştur. İşte senaryo böylesi gerçek hikâyeyeler üzerine kuruludur. Şimdi yavaş yavaş film içine girebiliriz. 

Giriş sahnesinde sizi geniş açılı kamera eşliğinde pastoral bir sıcaklık sarıyor. Her yönüyle doğal, sımsıcak renklerin ışıltısı altındaki bir Sivas köyündesiniz. Anadolu’nun bağrındasınız. 

Gerçek hayatta ünlü bir jokey olan Halis Karataş’ın köyüdür burası. Baba ile büyük oğul seyislik yapmaktadır. Halis de bu aile ortamında büyüyen bir çocuk ve içinde şahlanan bir seyislik-binicilik ruhu vardır. Gel gör ki abisi bu yolda girdiği stres sonucu hayatını evlerinin bahçesindeki, şimdilerde kökü kesilmiş kütük olarak duran, ağacın dallarında asılı olarak sonlandırmıştır. Baba, bu acıyla küçük oğlu Halis’in atçılık hevesine çok sert karşı durmaktadır. Fakat Halis düşlerinin ağacını yeşertmek üzere İstanbul’a kaçar. Ufak çaplı bir “Veliefendi” yaşantısından sonra Özdemir Atman gibi gerçekten şefkatli ve soylu bir at çiftliği sahibiyle karşılaşır. 

Baba Özdemir, olağanüstü derecede babacan bir adamdır. Çocuklarına düşkün bir babadır. Kız çocuklarına verilen değerin doruk adamıdır. Kızının düşkün olduğu at için satış teklif edildiğinde “Merkez Bankası’nı verseniz vermem!” diyecek kadar kızının sağlığını ve mutluluğunu düşünen bir adamdır. Aynı şefkati Halis’e de gösterir. 

Halis, haraya (at çiftliği) başka bir atı teslim almak üzere girmişken daha ilk dakikada tanık olduğu “Bold Pilot”un asilliğiyle boğuşmak ve bütünleşmek hevesiyle onu ister. “Bold Pilot” yanına bir tek Begüm’ün yaklaşmasına razı olmaktadır. İlk başlarda reddedilse de Halis’in inatçı dirayetiyle ikinci bir dostluk kapısı açılır at için. İşte bu soylu atla dostluk kuran iki genç arasında doğal süreç içinde masalsı bir yakınlaşma doğar. Fakat Begüm kaçar bu ilişkiden. 

Kaçar çünkü Halis’i yarım bırakmak istememektedir. Zira Begüm yakalandığı amansız hastalığı atlatmış ama yeniden yakalanmaktan endişe duymaktadır. Öyle de olur. Her ne olursa olsun aşk yerinde durmaz. Aşkın alıcısı olduktan sonra yerlerde süründüğü görülmez. Sarar bacayı o hastalıklı hâl içinde bile. 

Halis, hasta yatağındaki Begüm’e ailenin küçük kızı aracılığıyla “Bold Pilot”la birlikte oluşturduğu masalsı mizanseller içinde altına küçücük anekdotlar düştüğü fotoğraflar ulaştırılır. Hayata küsmüş olan Begüm bu masalsı aşk dokundurmalarından güç alarak hastalığa teslim olmamaya karar verir. Halis, aşkını yaşama yeniden tutundurmanın yolu olarak onun aşkla bağlı olduğu “Bold Pilot”la elde edeceği başarıların enerji kaynağı olacağını bilmektedir. Halis, her zaman yaptığı üzere bir yetişkin insanmış gibi narince davrandığı “Bold Pilot”un kulağına bunları fısıldar. 

Halis’in yaşama dair bir felsefesi vardır: 

“Şampiyon olmak demek, bir gün kaybedeceğini bildiğin hâlde koşmaya devam etmek demektir.” 

Begüm’ün babası Özdemir’in de buna koşut bir felsefesi vardır: 

“Kaybetmek, kazanmanın kardeşidir.” 

Bunun için durmaya gerek yok. Sonunda bir gün kazanan olacaksın. 

Hayatına dokunan bu iki insanın ortak felsefesi; hastalığın ağırlığına dayanamamanın dramıyla “Ben bıraktım, siz de beni bırakın” diyen Begüm’ün yeniden hayata sarılmasına yol açar içten içe. Begüm’deki bu ruhsal iyileşmenin izi daha dışarıya yansımamışken Halis kederden yarışma azmini yitirmeye başlamıştır. Tam bu noktada Begüm hasta hâliyle karşılarına çıkıverir. Bu sefer de Begüm’ün dudaklarında dökülen sözler o sözlerdir: 

“Şampiyon olmak demek…” 

He heyit!.. Safkan “Bold Pilot”la birlikte ruhlar ve canlar yeniden şahlanmıştır… Zaman kerevete ermiştir bile. Evet, filmin sonunda ne var ne yoksa izleyenlere kalsın bakalım. 

Bu filmde eril hegemonyanın sembolü olan at, avrat var ama silah yok. Bu yokluk, eril egemenliğe darbe olsa gerek. At izi görülünce erkek işi gibi yanılsama yaratacak olsa da asıl itibarıyla kadınlar için çekilmiş bir film diyebiliriz. Sönen umutların nasıl yeşerdiğini ve toplumsal anlamda epeydir yitirilen dayanışmanın gücünü gösteren bir film. Umut var, romantizm var, dramatik bir akış da var tabii. Bu vesileyle ikinci yarıdan itibaren melodrama kaydığı eleştirileri olabilecektir. Öf yani, böyle bir hayat akışı için tutulan senaryonun ne olmasını beklerdiniz? Aksine abartı yok, eksiltme var. 

Ne demiştim ilk şampiyondan bu şampiyona geçiş için köprü kurarken? Hani bir tezden söz etmiştim. Bu şampiyon filminde o tezin antitezini çıkardım. 

“O tezi yırt ki içindeki ürküntü yıkılsın.” 

Film bitti! 

Film bitti de bu filmin oyunculuklarına ve yönetimine dair hiçbir şey söylemedim. Filmin sonunda küçücük bir belgesel bölümü de var. Orada görüyorsunuz ki “Bold Pilot”un o efsaneleşmiş yarışları sinema diliyle birebir çekilmiş. Hollywood ayarında çekim tekniği başarısı tutturulmuş. Hele hele o hayvanla nasıl rol ve sahne duruşları ayarlanmış meraka çok değer. Çekimler hilesiz, animasyonsuz. Seyirciler bu kadar dram içinde hipodromdaki heyecanı yaşıyor ki kız ve bu aşk yaşasın diye. 

Oyuncular mı? Dört dörtlük. Yazmaya bile gerek yok. Halis Karataş’ı oynayan Ekin Koç o doğallık için çok emek vermiş. Fikret Kuşkan, baba rolüne ruh katmış bir harika adam. Farah Zeynep’e ben de âşık oldum. Bir filmde başrol paylaşmak isterim(!). 

Halis’in babası rolündeki Ali Seçkiner Alıcı başrolü hak etmiş bir aktördür artık. Rolü ve sahnesi çok az. Üç dört küçücük sahne kadar. Hatta giriş haricindeki sahneler sessiz. Bir rol anca bu kadar ruh verilip yaşatılabilir. Kemal Sunal bir rol üzerine keşfedilmişti. Ali Seçkiner’in durumu da bu olmalı işte. 

Filmi yaşını başını alıp duyguları katılaşmış demeyelim de daha bir disiplin kazanmış duayen Atilla Dorsay’ın sözleriyle bitirelim: 

“Yine de filmden gözyaşlarımı silerek çıktım. Tüm yaratıcılarla birlikte Atman ailesinden hayatta olanların da katıldığı o güzel galadan sonra kameralara konuşmamı zorlaştıracak kadar!” 

Yorumlar

Popüler Yayınlar