23- YANLIŞLIKLA GİRDİĞİM “ROMA” İÇİNDE EPEYCE DOLAŞTIM

Afişte “Roma” ismini görür görmez birden bire şafak attı. Aniden hüzne bürünen bir nostalji duygusuna kapıldığımdan afişin bütününü algılayamamışım. Doğruca sinemanın yolunu tuttum... Efendim, bendeniz her daim romantizmin doruklarında gezinen bir garip âdem olmam hasebiyle Roma’da nikâhı basıp Venedik’te gondollar içinde çiftetelliler sektirerek düğün yaptım davul zurna eşliğinde. Kaç yazımda değindiğim üzere “Sonunda bir meltem esti ve geldi geçti”. 

Aldım biletimi, girdim içeri. Ay, karmaşık duygular içindeyim! Roma meydanını, sokaklarını, dondurma aldığımız büfeleri falan göreceğim heyecanı içindeyim. Belki de Aşk Çesmesi'ne (Fontana di Trevi/Trevi Çeşmesi) para attığımız basamağın tam üstüne çevriliverecek kamera. Bu arada her dilek taşına güvenilemeyeceğini de tecrübeyle sabit ki öğrenmiş oldum. 

Gong çaldı, açıldı perde, şerit akmaya başladı... O da ne? 2018 yapımı olmasına rağmen nostalji havası veren türden siyah beyaz çekilmiş bir film bu. Oh oh, benim için ne âlâ! Ne de olsa İtalya! Tam da Akdeniz havası içinde geometrik şekle uygun evlerin içine kamera çevrildiğinde orta yerde Anadolu kültüründe alışkın olduğumuz hayat (avlu) var. 

Dur hele! Akdeniz Akdeniz havası da fakat nedense burası benim bildiğim Roma değil! Yine her zamanki şaşkınlığıma kurban olmuşum. Meğerse Meksika’nın başkenti Mexico City’nin “Roma” adını taşıyan bir mahallesiymiş anlatılan. Yine de Akdeniz havasını almam pek de boşuna değilmiş hani. İtalya olmasa bile hem eski bir İspanya kolonisi hem de Latin ülkesi olması dolayısıyla kent mimarisi yabancılık çektirmiyor kültürel kodlanmalarıma. Neyse bre, Roma konusunda hayal-i sukuta uğradıysak da sinema sinemadır izlemeye devam… 

Hemen not düşeyim. Bendenizde alt yazılı film izleme sendromu var. Fransız ekolünden gelmeyim, İngilizce bilmem.Bana alt yazı çok ters. Okumam yavaş. Yarış otomobiliyle yarışan kimi alt yazılara odaklansam film; filme odaklansam ki doğru olan budur ama bu sefer de yazılar kaçıyor. Ne mutlu ki bu “Roma” tam bana göre bir film. Sahneler yayıla yayıla akıyor. Salon tipi Amerikan arabaları gibi geniş geniş kamera açımları eşliğinde sanki bizim Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerine konuk olmuş gibiyim. Diyaloglar da onun film akışına uygun. Keyfim yerinde! Diğer bir yazıma baktığımda NBC için şöyle demişim? 

“NBC’nin sahneleri geniş bir otobüsün hep ön camında bakıyormuş gibi panoramiktir. Tekil bir fotoğraf karesi gibidir. Nedeni, anlatacaklarını genel itibarıyla görüntülerle ve belirginleşmesini istediği beşeri kıpırdanmalarla anlatmak istemesindendir. Bunun en görünür hâli sanırım “Uzak” filmindeki İstanbul görüntülerinde vücut bulur.” 

Hemen uyarmış olayım: Şu sosyal medya abukluğu içinde kapitalizmin hız tuzağına düşmüş olanların sıkılacağı bir filmdir Roma. Hız tuzağına düşmüş olan insanların sanat filmlerine tahammül etme imkânları kalmamıştır artık. O nedenledir ki normal film 29 lirayken sanat filmlerine çağrı olsun diye bilet fiyatları 12 lirada tutulmaktadır. Bu da ayrı bir rezalet! 

Yakaladım işte! Şimdi bile kimi okuyanlar “Bre adam, gir şu filme artık gir!” demektedirler. Yürü bre, okuma!..Zaten yukarıda anlattıklarımı ne sanıyordun? Filmin niteliği işte! Senin gibi çok renkli (!) hayatın içinde devrim yapmaya koşturan bir acarlığım yok (!). WhatsApp gruplarında az yazışıp İnstagram’daki delilerin fotoğraflarına az bak, Facebook’da beyhude yereöttüğün toplumcu horozluklardan arın, biraz da oyunlardan vazgeç ki annenin doğurduğu insan olasın. Bu ne hızı ya!.. 

Geldim işte! Koltuğunuzda sizi sürekli müşfik bir aile atmosferi içinde tutan dolayısıyla aile hayatını ve anne-kadın unsurunu kutsayan bir filmdir Roma. Oğlumun bebeklik ve ilk çocukluk dönemlerinden de bildiğim üzere bakıcı-çocuk kaynaşması kadın sevecenliği çerçevesinde o kadar yedirilmiş ki bu anlatım yazıyla olmaz ancak filmi izlemek gerekir. Ha söyleyeyim,film bir feminist yaklaşım filmi değil. Ayrıca olsa n’olur? 

ABD-Meksika ortak yapımı olan dram türü bir film. Senaryosu ve yönetimi, Meksikalı Alfonso Cuaron’a ait. Bu film “Venedik Film Festivali”nde prömiyer yapmış ve “En İyi Film” dalında “Altın Aslan” ödülü kazanmış. Efendim, kendileri daha da "Büyük Umutlar", “Harry Potter ve Azkaban Tutsağı”, “Son Umut” ve “Yerçekimi” gibi başarılı filmlerin sahibi iki Oscar ödüllüyönetmendir. 

Filmin senaryosu için denilir ki aslında Alfonsa Cuaron kendi çocukluk anılarını dolayısıyla bakıcıları içinde en etkisinde kaldığı “Cleo”ya olan vefa borcunu öder. Zira filmde ikinci bir bakıcı vardır ama esamisi bile okunmaz. 

Film, travmalar içinde akıp giden üç ayrı hayatın anlatımını kapsar. Meksika’nın 1970’lerde geçirdiği faşizm travması içinde hizmetçi Cleo’nun ve bakıcılık üstlendiği orta üst sınıf ailenin travmatik yapısıdır iç içe anlatılanlar. Dolayısıyla film sizi birden fazla aldığı kıskaç içinde sükûnetle bekletmektedir sonunu merak ettirerek. Merak olmasaydı yukarılarda taş attığım üzere bu yavaş akış içinde sıkılırdınız. 

Üç ayrı hayat dedik ama mekânsal olarak iç içe bir arada yaşanan hayatlardır. Dört çocuklu bir aile içinde çalışırken gönlünü bir faşist paramilitere kaptırıp travmasını çocuklara asla yansıtmadan yaşayan bakıcı Cleo var. Çocuklarına hiçbir zaman ihanet etmeyen cefakâr anne Sofia’nın travması var. Bir de bu bireysel düzeydeki travmaların yaşandığı ülkenin faşizm travması var. Peki, doktor olan baba Antonio ne havada? Üst sınıftan çıkagelen, sevecenlik görüntüsü veren bir babadır. Fakat bencil ve sorumsuz bir babadır. Nitekim türlü yalanlarla bir başka âlemde kurduğu hayat uğruna çocuklarını ve evini terk eder gider. Sofia, aynı zamanda ekonomik paydaşı olan koca kaçınca geçim derdine düşen bir anne olmasına rağmen çocuklarını sahiplenme duygusu sanki bir Anadolu. 

Film bizi bir mahalle sıcaklığı yaşantısının içinde çıkartmaz. Öylesine başarılı imgeler serpiştirilmiş kine bileyim bir Güneydoğu Anadolu, Akdeniz ya da Ege evlerinin çatısında gibisiniz. Çatılarda çamaşır asan kadınlar, avlu içinde fonda radyoda yükselen nameler, sokak satıcıları, havlayan köpek sesleri… Bir tek bize özgü damda yatak eksik. 

Şu faşizm meselesine biraz değinmek gerek. Malum dünya siyasi tarihinde Latin Amerika’da faşist diktatörlükler eksik olmaz. İşte bu faşizm rüzgârı 1970’lerin başlarında Meksika’dan da eser. Tıpkı bizdeki gibi 1971’de öğrenci ayaklanmaları olur. Nerede faşizm vardır orada işbirlikçi paramiliter güçler de vardır. Solcu öğrenciler eğitim fonlarını protesto etmekteler.Film sahnelerini anlatmaya gerek yok bizdekinin tıpkısı. Paramiliter güçler gerçekten Meksika tarihinde resmi ve sivil devlet güçleriyle bir olup 42 öğrenciyi katlederler. 

İşte bakıcı Cleo bir çocuğa âşık olur. Bu çocuk köy kökenli ezik bir çocuktur. Bu eziklik duygusunu dövüş sporlarına merak salarak giderdiğini söyleyen işsiz güçsüz sorumsuz bir gençtir. Nitekim hamile bıraktığı Cleo’yu yüz üstü bırakıp bir daha da gözükmez. Cleo bunun izini sürdüğünde paramiliter eğitim birliği içinde bulur ama döndüremez. Cleo’yu aşağılar, tehdit edip kovar. İşte gün gelir 42 kişiyi katleden katillerden birisi de bu olur. 

Filmin içerdiği tekniğe göz atacak olursak... Başta belirttiğimiz ağır akış özelliği bir anlamda filmi belgesel havasına da sokmuş. Tabii bu ağır akış havası ikinci yarının ilerleyen dakikalarında olayların tansiyonuyla birlikte nispeten düzlüğe çıkmaktadır. 

Kameranın pek yaklaştığı yok. Uzun, uzak ve geniş ölçekli çekimler hem sahicilik hem sıcaklık havası katmış. İzlerken ilk başta ses için endişeye kapılsanız da uzakta ve kalabalıklar içinde geçen diyaloglar dahi kaybettirilmiş olmayıp izleyiciye verilmektedir. Söz konusu olan anlatım geçmişe dair olunca elbette siyah beyaz çekim yerinde olmuş. Maksat, renklerin uyaranından alıkoyarak dikkatleri daha tinsel ve mekânsal unsurlara yoğunlaştırmaktır. 

Siyah beyaz filimde geniş açılı kamera görüntüleri sahne planlarına tablo havası vererek etki çarpanını arttırmış. Üç sahne var ki unutulmaz. İlki, dışarıda öğrenci hareketleri sürerken iç mekândaki (mağaza) dinginliğin ve naifliğin birden drama dönüşmesi… İkincisi, kameranın yan cephede kesintisiz olarak Cleo’nun denizde dalgalara gömülüp ha yutuldu yutulacak gerilimini verdiği anlar. Öyle yapay, teknik hareketlere boğulmuş çırpınma hareketleri hiç mi hiç yok. Maharet ve estetik, kameranın kullanımındandır. Yok canım, tüm sahneler öyle. Zaten bizi çeken de aslında kesilmeyen bu bütünlüktür. İzleyiciyi yine yürekte yakalayan ameliyathanedeki o çok sahici doğum sahnesi kimilerinin içini sızlatırken, kimilerini de gözyaşlarına boğmakta. İnsanın içine içine işliyor. 

Tek rahatsız olduğum sahne, çok estetik dışı bulduğum hatta abartarak söyleyelim ki pornografik kokulu sözde sevişme sahnesiydi. O da Türkiye dağıtımında makaslanarak sansüre mi uğramış yoksa sevişme algısı imgelemeye mi bırakılmak istenilmiş pek anlayamadım. 

Roma filmi için sade, basit ve anlatımı yüksek çarpanlı bir başyapıt diyorlar. Hatta yılın ilk on filmi listesi içine alanlar var. Ne dersiniz? 

Bir şey diyebilmek için tabii ki önce izlemek gerekir.

Yorumlar

Popüler Yayınlar