29- ESKİ BİR SANAT: TİYATRO


Bir yazı baktığınız boyuta göre anlam kazanır ya da eksik bulunur. Daha da ötesi beğenilmeyebilir. Gazete yazısı boyutundaki bir yazıda ele alınan konuların tüm yönlerinin irdelenmesi ve dile getirilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla bu, tiyatro üzerine sınırlı bir yazı olacaktır.

Naçizane bu yazı, teknik bir yazı da değildir. Bu nedenle ana başlıklarıyla değineceğimiz veya es geçtiğimiz diğer özgün sorunların anlatılmasını bu sanatın içindeki birinci el olan tiyatro insanlarına bırakıyoruz. Akademik bir ders notu da olmaması hasebiyle tiyatronun tüm dallarını ve gelişimlerini de anlatmayacağız. Yine de sona doğru oyun türlerine dair gereği kadar serpiştirmeler yapacağız.

Ülkemizde her sanat dalının yoğun sorunları olduğu gibi tiyatronun da felç olmuş kadar sorunları vardır. Başını sokacak salon bulması dahi güçleşmiş durumdadır. Salonlar birer birer ya kapatılmakta ya da yıkılmaktadır. Kapatılmış, çürütülmeye terk edilmiş Taksim AKM’nin hali drama dönüşmüştür. Devlet Tiyatrolarının, Şehir Tiyatrolarının vb. durumları… Yine drama ve komediye dönüşmüş yönetim(sizlik) krizleri... Kalite yönünde bakılacak olursa, tekstiydi, oyunuydu, oyuncusuydu… Her şeyden önce karabasana dönüşmüş özgürlük sorunları…

Bu yazının amacı, “27 Mart Dünya Tiyatro Günü”nü vesile sayarak, güzelim tiyatro sanatının anlamına ve doğumuna dair öznel bir bakıştır.

Tiyatroya, koskocaman hayatın sınırları içinde algısı büyük ya da küçük olan herhangi bir hayat kesitinin sahne denen daracık bir ortamda konsantre hale getirilmesi diyebilir miyiz? Neden olmasın? Tam da böyledir.

Tiyatro, sahnede sergilenen oyun anlamında olmakla birlikte aynı zamanda bir yazın türüdür. Yazın türlerinin başında gelen öykü ve romanda olduğu gibi genel itibariyle tiyatronun konusu da insandır.

Tiyatro; insanın insanla, hatta kendisiyle, gerekirse de daha öte bir halkada toplumsal ve doğal çevresiyle olan mücadelesinin anlatımıdır.

Tiyatro, sanat alanı içinde gruplandırılırken “gösteri sanatı” olarak tanımlanır. Canlı bir alandır. O kadar ki nefesin nefeslere değeceği kadar iç içe canlı bir alandır. Öncelikle göze, kulağa ve bilince olmak üzere çok çeşitli duygulara hitap eden bir sanat dalıdır.

İlk mektebi köyde okumuş bir çocuk olarak tiyatroyla ortaokul sıralarında tanıştım. “Belediye Tiyatrosu” olan salonun bir köşesinde o zamanki algıma göre kafiyeli bilmece gibi gelen bir tanımlamayla karşılaşmıştım: “Tiyatro; insanı insana, insanla, insanca anlatma sanatıdır.” Daha sonraki zamanlarda bunun bir Shakespeare sözü olduğunu öğrenecektim.

Tiyatro adamı olan Bertolt Brecht’in, insan ölümünün manevi yönüne dair yaptığı sosyo psikolojik bir tespiti var. Der ki “İnsan, ancak onu düşünen hiçbir kimse kalmadığı zaman gerçekten ölür.” Ne kadar da doğru ve hoşumuza giden terapi tılsımlı bir tespit/söz değil mi? Bundan hareketle diyebiliriz ki tiyatro her zaman insanı kapsayan/düşünen bir sanat dalı olduğuna göre insanı yaşatan bir sanattır.

Tiyatro, geçmişi çok eski olan bir sanat dalıdır. Miladi takvim öncesine dayanır. Aşağı yukarı iki bin beş yüz yaşındadır. Doğuşu itibariyle en doğal sanat dalıdır. Örneğin bir sinema sanatı böyle değildir. Tabiatıyla yapay ve endüstriyeldir. Tiyatro, doğada kendiliğinden var olan insani davranışlardan doğmuştur. O nedenle, insanı insanla anlatan, diyoruz ya!

Aslında tiyatro, en ilkel insanların gösterebileceği iki refleks davranıştan doğmuştur. Bunlar: Sevinç nidaları ve danstır. Nedir bu refleksin kökeni? İnsanın ilk gördüğü ya da pek alışkın olmadığı ama beklediği bir davranış ya da kavuşma karşısında gösterdiği şaşkınlık ve heyecanın etkisiyle sergilediği dans diyebileceğimiz kıpırdanmalardır.

İlkel insanlar için sevinç doğuran en baş ve doğal olan faaliyet ne idi? Tabii ki avlanmak! İşte, başarılı bir av seferinde dönüş sonucu sevinç ve heyecana kapılmalarının etkisiyle av başında dansa dururlardı. Bu, aynı zamanda bir oyun sergileme şekli değil mi? İşte tiyatro, geleneğini ve sitilini bu ritüellerden almıştır.

Yeri gelmişken buradan bir şeyi daha kavramak zorundayız. Modern anlamda dans/halk oyunları da bir sanat dalı olduğuna göre… Kökeninin oldukça eskiye, ilkel çağlara dayandığı çıkarımında bulunmak zor olmasa gerek.

Yaşam, daha organize ve formel bir hale geldikçe ihtiyaçları çeşitlenmeye başlayan insanlar inceltilmiş zevkler arayışına yöneldiler. Teknolojinin hayal bile edilemediği çağlarda zaman zaten çok! İnsanlar, avcılık ve basit ekim biçim dışında arta kalan çokça zamanlar içinde belirli alanlarda/meydanlarda toplanmaya başladılar. İnsan dediğiniz çeşit çeşittir. Temaşayı seven ve sevmekle kalmayıp da bu temaşayı arz etme yeteneği ve hevesi içinde olan insanlar da vardır. Yani “Güneşi alnında ilk hissedenler” cinsinden dediğimiz bugünkü tanımlamayla sanatçı ruhlu insanlar…

İşte bu insanlar, meydanlarda toplaşan ahaliyi görecek ve onlara gözükecek kadar birazcık yüksek yerlere konumlanarak ellerinde yazılı bir metin olmadan, yani sonradan tanımlanan adıyla tuluat sanatının ilkel halini yapmaya başladılar.

Tuluat, spontane, sahnesi ve metni olmayan oyunu ifade eder. Tuluat yaptıklarını bilmeden fıkralar anlatıp, taklitler yaparak şarkılar söylemeye başladılar. Git gide sahne dönmeye ve hareketlenmeler başlayınca katılımcı (oyuncu) sayısı da artmaya başladı.

Bu temaşalar hoşa gittikçe sunumlar yılın belirli günlerine sabitlenmeye başladı. Zaman içinde bu sunumlar çeşitlenmeye ve ilgi çekici konulara dönüşünce, sanatın temeli olan haz verme ve alma niteliği oluştu. Sergilenen kalite, sanatsal niteliğe doğru evrimleşti. Bu şekilde kendiliğinden, sanat dediğimiz niteliksel dönüşüme geçildi.

Böylece, temeli oyunculuğa dayalı tiyatronun doğumu kendiliğinden ikmal edilmiş oldu. O çağlarda tiyatronun dayanağı en saf haliyle “İki kalas bir heves”ten ibaretti. Bu çağda kalaslar yerine ne icat oldu da mertlik bozuldu?

Bugünkü tiyatronun düşürüldüğü duruma bakarak Köroğlu’na cevabı siz verin.

*

Her ne kadar bir akademik tiyatro yazısı olmasa da iki ana unsura en azından başlıklar halinde değinmeden bu yazıyı tamamlamak olmaz. Bu başlıklar “Tiyatro Türleri” ve “Türk Tiyatro Geleneği”

Tiyatro kuramcıları, oyunların niteliklerine bakarak bunları tür olarak ayrı ayrı adlar altında sınıflandırmışlardır. Belli başlı dört tür ayrımı bulunmaktadır.

- Trajedi dediğimiz Ağlatı türü: Önemli ve soylu kişilerin felaketlerini konu alır.
- Güldürü (Komedi): İnsanların gülünç yanlarını eylemli bir şekilde anlatan türdür. Bunun da kendi içinde ayrıldığı türler vardır. İlki, hafif güldürüye dayanan vodvil türüdür. Diğeri ise abartı ve taklide dayalı Fars denen türdür.

- Dram: Bu tür de kendi içinde ayrımlaştırılmış olmakla beraber, kısaca insanın acılarına, sevincine ve umuduna dair ne varsa bir arada sunan tiyatro oyunudur.

- Epik Tiyatro: Temel amacı, izleyenlere sınıf bilinci aşılama ve onları toplumsal eleştiriye yöneltmedir.

Türk Tiyatro Geleneği:

Dörde ayrılmakta ve sadece ana başlık olarak vermekle yetineceğiz.

- Köylü Tiyatrosu geleneği

- Halk Tiyatrosu Geleneği

- Saray Tiyatrosu Geleneği

- Batı (Avrupa) Tiyatrosu geleneği.

Yorumlar

Popüler Yayınlar