11- THE HATEFUL EİGHT
“Nefret Dolu Sekiz Kişi” var ortada. Tabi kar fırtına ve kan revan şiddet de var.
Bu filmle ilgili bir önceki yazımızdan (10 nolu) ilgili bir “fragman” alıntılayalım.
“Ama, bu fragman öyle uçaklı, uçanlı bir filme benzemiyor. O iki dakikalık parça görüntüye tüm sığdırılanlardan anlaşılıyor ki bu Western türü bir film olsa gerek. Atlı arabalar, çizmeler, fötrler, kot pantolonlar, büyük tokalı kemerler, uzun çuha paltolar, şerif yıldızları, toplu tabanca, kısa namlulu tüfek ve Western kültürüne uygun ahşap bir yapı… İşte geçmişten bir esinti, kovboy filmi bu. Eh, artık, Western kültürüne de bir değinmek icap eder nostalji hatırına.”
Western olur da kovboy, şerif, at üçlüsü olmaz mı efendim? Tam tekmil unsurlar mevcut ama, bu sefer şerifimiz biraz sahte.
Çocukluğumun pazar sabahlarında siyah beyaz televizyonda kovboy filmleri kuşağı vardı. Gizemli bir kasaba havasında düellonun ürperticiliğini vermek için herkeslerin ortalıktan çekildiği bir anda boş sokaklar yan taraflarda ıslık çalarken… Yol ortasında yuvarlanan diken topları… Gizemli ıslık eşliğinde biraz sonra “bir şeyler olacak” havasını veren kovboy müziği… Atlılar… Kasaba dışındaki ovalıklarda, dağ arası geçitlerinde soymak için peşinde koşulan ya da önceden tuzak kurulan buharlı posta trenleri…
Eh, bizi, çocukluktan ilk gençlik yıllarına eriştiren televizyon dizimiz “Bonanza”yı da unutmayalım. Bir baba, üç oğul bir Çinli aşçı ve Bonanza çiftliği.
Western ne ki?
Osmanlı’daki “İskan”ın bir göç olması dolayısıyla nasıl bir sosyolojisi, kültürü oluşmuşsa -hele müziği apayrı bir tarih anlatımının ve tadın sesidir. Örneğin, Mürsel Beğ- Western de Atlantik kıyısından içerilere, batıya doğru göçün doğurduğu yaşam tarzının kültürüdür. Yani, Vahşi Batı’nın hikâyesidir. Bu yaşam tarzı gide gide folklorik bir hal almıştır. Edebiyattan, spora, (rodeo) spordan politikaya kadar yansıyan bir yaşam biçimi haline gelmiştir. Teksas’ın sembolize edilmiş hali kovboydur. Teksaslı olan Başkan Bush dahi kovboy kılığıyla poz vermiştir… Ol hikâyemiz bundan ibarettir.
Ya bizim Western’imiz?
Hollywood’dan pişer, Yeşilçam’a da düşer.
Şimdilerde olmasa bile, ben diyeyim ki kırk, siz diyesiniz ki elli yıl öncesinden bizim Yeşilçam’ımızda da ard arda Western filimler çekilmiştir. Altmışlı yılların ikinci yarısından sonra bir furya haline gelmiştir. Özellikle bu türe düşkün sinemaseverlerin anımsayacağı bir film vardır. Gişe rekorları kırarak Yılmaz Köksal’ı parlatan “Çiko” filmi. İşte, bu filmdir ki Yeşilçam’da Western türüne karşı iştahı kabartmıştır. Bu türün ikonlarından başta gelenlerini sevgiyle dile getirelim: Cüneyt Arkın, Yılmaz Köksal, Tamer Yiğit, Süleyman Turan ve Yılmaz Güney vd. Ben, kimselerin şimdilerde pek anımsamadığı İrfan Atasoy’u özellikle anmak istiyorum.
İrfan Atasoy, sinemanın bebek yüzlü, sakin ve efendi mizaçlı akrobat aktörlerinden birisidir. Yanılmıyorsam onu ilk olarak, televizyonda Yılmaz Güney’le birlikte oynadığı “Cumali” filminden tanıdım. Literatüre derin izlerle geçmemiş olsa da çok yönlü bir adamdır. Başta, oyunculuğu vardır ama, yapımcılıktan tutun, senaryoculuğa, yönetmenliğe kadar geniş yelpazeli bir sinema emekçisidir. Şu an seksenine merdiven dayamış, bildiğim kadarıyla 4. Levent sırtlarında yaşamını sakince sürdürmektedir.
Western’in içine dışına girip çıktıktan sonra bu ikinci yazımızda “The Hateful Eight” filminin eleştirisine girelim artık diyeceğim ama bir özür dile getirmek zorundayım. Bu filmi bir hafta önce izlemiştim. Sonra notlarımı taze taze akıllı telefondaki word’e döktüm. Bir güzel kadınla konuşurken aklımı başımdan aldı. Malum olduğu üzere karşılıklı fotoğraf koleksiyonlarımıza geçtik. Fotoğrafları tek tek kaydırırken geri planda duran gereksiz açık programları öteleyeyim derken Word’ü de kaydırmayayım mı? Şimdi, 7 gün sonra eleştiri noktalarımı nasıl anımsarım belleği sakatlanmış bir adam olarak? Eh işte, ana başlıklarıyla döktüreyim, sen de durumu idare ediverirsin artık.
Bunca Western anlatımlarımızdan anlaşılacağı üzere, bir Western türü filmidir bu.
Yönetmeni, aynı zamanda oyuncu ve iki Oscar ödüllü senarist olan Quentin Tarantino, kendisine bir hedef belirlemiş. “Toplamda 10 tane film yapacağım ve kariyerimi öyle tamamlayacağım.” dediği serinin 8. filmidir bu. Zaten, filmin girişinde özellikle 8. film olduğu yazılmış. Filmin içinde 8’e atıflar yapılmış. Mesela, filmin hikâyesi 8 kahraman üzerine kuruludur.
Film, Amerikan İç Savaşı’nın bitiminden sonraki pek yakın bir zaman diliminde 8 yabancının, tipiden kurtulmak için dağdaki bir konaklama yerine sığınmasını konu ediniyor. Bu 8 gizemli kişinin gittikçe gerilen ve sonunda hiddetlenen ilişkilerinin içinde buluyoruz kendimizi. Kurgudaki gizemlilik harikaydı.
Kış ortasında geçit vermez karlar arasında bir posta arabası ilerlemekte. Arabanın içinde bir ödül avcısı cellat ve asmak üzere yakaladığı kaçak bir kadın var. Yolda iki yabancı daha arabaya sığınmak ister. Biri, kötü şöhretli bir ödül avcısı olan eski bir zenci Binbaşı diğeri de gidecekleri kasabanın şerifi olduğunu iddia eden, aslında bir azılı hayduttur. Tipiden gidemez olurlar ve dağ başında buldukları ahşap bir bar-restoranda sığınırlar.
Bu dörtlü, birbirine yabancı çeteyi, yapı içinde mekânın sahibi değil de dört yabancı karşılar. Mekân sahibesi annesini ziyaret ederken içeride; restoranda göz kulak olan bir emanetçi adam, bir cellat, bir kovboy ve yine emekli bir asker var. Fırtına, etkisini arttırırken bu sekiz gizemli misafir gidecekleri Red Rock kasabasına hiç varamayabileceklerini öğrenir.
168 dakikalık filmin ilk yarım saati yine tek mekân olan karlı dağ ortamında geçerken, geri kalan iki saatten fazla zaman tek bir kapalı alan-restoran içinde geçer. Geçer mi geçer. Tek şartla kişiler arasında upuzun ikili diyalogları dert etmemek şartıyla. Yoksa filmin ilk yarısında sinemayı, dayanamayıp terk edenler her daim olacaktır.
Bu uzun diyalogları bir kenara koyalım… O, büyükçe salon genişliğindeki tek mekânda kamera konumlandırılması ve açısı öylesine kullanılmış ki benzetmek gibi olmasın ama, sanki bir AVM içerisindeki gezinti rahatlığında hissediyorsunuz kendinizi. İşte ilk yarı istisnaları hariç izleyiciyi sıkmayan, bağlayan asıl unsur bu. Kamera ve film geniş alınmış, ikili diyaloglardayken, geri plandaki diğer 6 kişi işlevsel kılınmış, devinim halinde bir şeyler yapmaktalar. Böylece görünürlüğü arttıran hareketlilikler sizi sıkmamış oluyor. Gayet akıllıca; iyi ve güzel sahnelemeler var. Sanki geziyorlar.
Gelelim filmi gölgeleyen unsurlara.
Bana göre genel olarak sanatın ve tümden estetiğin ne olduğunu en iyi, en bariz şekilde anlatan ve gerçek olaydan farkını ortaya koyan iki olay var. Dövüşme ve sevişme sahneleridir. Bu iki olay özellikle dövüş figürleri gerçek hayat içinde iğrenç ve iticidir. Ama, sinema sanatı içindeki kullanılışını ve estetize edilişini bir düşünsenize! Bir görsel şölene dönüştürülebilmektedir.
Bu filmde sevişme sahnesi zaten hiç yok! Bu mahrumiyeti kınıyorum(!) Fakat, böylesine kaba şiddet sahnesi de görmedim. Bunun sanatsal ve teknik bir teoride ve pratikte yeri ve zorunluluk olduğunu düşünmüyorum. Şiddeti estetize edebilecek kapasitesi ve hüneri olabilen bir yönetmen bu beceriksizlikleri neden sergiler? Farkında mı değil, yoksa perdeye çıkmış haliyle hiç mi izlemedi?
Mideyi bulandıracak derecede -bir kovboy kurşunuyla- tıpkı bir ampul patlaması gibi kafa patlatmaları, suda iyice ezilememiş kıvamdaki salçamsı kan fışkırmaları gerçekten mide bulandırıyor. Bakmak bile istemiyorsunuz, itici geliyor. Bir Yeşilçam filmi olsaydı, “Oho, işte, Türk filmi değil mi!” repliği terennüm edilirdi alaya almak için.
Uluslararası İnsan Hakları kurallarına aykırı olarak zenci aşağılaması var. Filmin estetik yoksunluğu finali dışında 168 dakika boyunca bir kadın; suratı morluklar, kan lekeleri, saçı-başı kusmuklar içinde sahnelenir mi? Neden öyle tutulur ki? Senaryoda konu akışı itibariyle bunu gerektirecek bir atraksiyon da yok ki!
Notlarım yok, son sözümü söyleyeyim:
Bu, estetikten yoksun kan revan, iğrenç, fantastik kafa patlatmaları olmasaydı arşive alınacak filmlerden biri olabilir diyebilirdim… Bilmem anlatabildim mi?
The End
Yorumlar
Yorum Gönder