9- DHEEPAN
Sonunda şu “Dheepan” filminden post çıkartmayı bitirip asıl gövdeye gelebildik. Gurbette dönmüş gibiyim; filmin kendisinden epey ayrılmıştık. İnsan aşina olduğu şeyleri özler. Ne şans ki konu benim dâhil ve alışkın olduğum konulardan biri olan mültecilik yaşantısı üzerinedir.
Fransız yönetmen Jacques Audiard’ın, Cannes film festivalinde “Altın Palmiye” ödülünü kazana filmidir Dheepan.
Başroldeki oyuncu Antonythasan Jesuthasan çok ilginç kişiliği ve geçmişi olan bir adamdır. Diyeceksiniz ki nerden biliyorsun? Bu aktörün, Fransızca aslından, biyografisini okuyunca gördüm ki film bir anlamda otobiyografik bir senaryonun anlatımı üzerine kuruludur. Peki, bu aktörün otobiyografisini ilginç kılan ve gizemli olan yönü nedir?
Öncelikle filmin konusunu anımsamakta yarar var ama burada tekrar uzun uzun anlatmaya gerek yok. Konunun ana başlığı ya da özeti bir cümleyle, Sri Lankalı bir Tamil Savaşçısının mültecilik hayatı üzerineydi. Bu nedenle bu yazıdan tat alabilmek ve bilinçli bir okuma yapmak için bundan iki önceki (7 nolu) yazıya göz atmak lazımdır. Sri Lanka neresi, Tamil Kaplanlığı/Savaşçılığı ne?
Antonythasan Jesuthasan 1980’lerde 15-16 yaşlarında Tamil Kaplanları içinde bir çocuk savaşçıdır. 17’sine geldiğinde tam zamanlı bir gerilladır. 18’inden sonra Tamil Kaplanlarının Sokak tiyatrosu kolundadır ve savaşını sanatla birlikte yürütür. 19’unda örgüt içi hesaplaşmalardan klasik örgüt cezası alır ve 20 yaşında başkente taşınır.
Örgütten kopmuşken tutuklanır. Örgütle, hükümet arasında varılan bir anlaşmayla kısa sürede 21 yaşındayken serbest kalır. Vizesiz olarak gidebileceği tek yer Hong Kong’dur. Burada "konak" diye anılan bir yapı içinde 6 ay süreyle 4000 kişiyle birlikte yaşar. Oradan da ver elini Tayland’ın başkenti Bangkok’un bir mülteci kampına. Buradan da sahte İngiliz ya da Kanada pasaportu elde edemeyince, sahte Fransız pasaportunu edinir. Erkek ve kız kardeşiyle birlikte Fransa’ya siyasi sığınmacı olarak 1993 yılında yerleşirler.
Fransa’da zorlu bir hayat içine girer. Sokak süpürgeciliginden, inşaat, bulaşıkçılık vb. gibi niteliksiz işlerle yaşamını idame ettirmeye koyulur... Rahat duramaz, buradan da “Devrimci Komünist Örgütü” saflarına katılıp 4 yıl süreyle üye olarak kalır.
1990’ların sonlarına doğru “Shobasakthi” takma adıyla kısa öyküler, oyunlar, iç savaş sırasında kendi kişisel deneyimleri hakkında siyasi deneme ve romanlar yazar. İki roman ve iki film olmak üzere diğer yazın alanlarında da çok sayıda eseri bulunmaktadır. Bravo doğrusu!
Daha çocuk yaşındayken savaşçı olarak başladığı aktif yaşamını; aktivist, yazar, romancı ve aktör olarak sürdürmektedir. Savaş bitmesine rağmen güvenli bulmadığı için halen Sri Lanka’ya dönememektedir.
Filmi bıraktık başrol aktörünü anlattık. Neden? Dedik ya film, otobiyografik bir senaryonun anlatımı üzerine kuruludur, diye. Peki, aynı zamanda aktörün hayatı da bir film kadar ilginç değil mi? Böyle bir karakteri anlatmaya değmez mi? Değer. Film, yazı uğraşısını es geçmek kaydıyla tıpatıp aktörün hayatı. İşte aktörün sırrı ortada ve buna bağlı olarak filmin sırrını da böylece anlamış oluyoruz.
Bu film üzerine üçüncü yazımdır. Bize çağrıştırdıklarıyla içe de döndüğümüzde yine gerçek hayatlardan esinlenilen iki yerli filmin analizini yaptık. Filmin kendisinin de gerçek bir hikaye olduğunu görüyoruz.
Evet, filme dönecek olursak, aktörün gerçek hayatında olduğu gibi Sri Lanka’da sona eren iç savaştan sonra kaçabilmek için "Dheepan" isimli şahıs, Fransa’ya mülteci olarak kaçışın en garantili yolunun aile kılığına girmekten geçtiğini düşünmekte ve kendisine sahte bir aile aramaktadır; savaş mağdurlarının yaşadığı çadır kampı içerisinde.
Aynı şekilde tanımadığı bir genç kadın da kaçış yolu aramaktadır ve aile görüntüsü vermek için kamp içinde savaş mağduru sahipsiz bir kızı yanına alır ve onun annesiymiş gibi davranır.
Derken bu arayış içinde olan kadınla, adam mülteci bürosunda denkleşirler ve çocuk da kendilerininmiş gibi üçlü bir aile görüntüsüyle, savaşta ölmüş diğer bir ailenin pasaportlarına bürünerek, sahte kimliklerle Fransa’ya geçmeyi başarırlar.
Önce kaçak hayatı yaşarlar, sonra da mültecilere barınak olarak tahsis edilen bir getto içine yerleştirilirler. Ve tıpkı otobiyografide anlatılan gibi aynı niteliksiz işlerde çalıştırılırlar. Bu yoksulluk içinde ne iş verildiyse, hatta mafyatik karakterlerin ev içi ayak işlerini dahi yaparlar.
Dheepan büyük bir iç savaştan kurtuldum, Avrupa gördüm derken bir de bakmışız ki medeniyetin ortasında en pis hayat savaşını vermek zorunda kalıyor. En pis işleri yapmak, itelenmek, aç kalmak, kötü insanlara hizmet etmek… Savaş durmadı, devam halinde… Nitekim, o kadar kurtuluşsuz ki site içinde mafyayla silah çatışma mecburiyetinde bile kalıyor.
Bu arada gerçek hayattaki gibi yine örgütlenme damarları da kabarmıyor değil… Sen kaçsan savaş seni bulmakta yani… En sonunda çeşitli badirelerden sonra Fransa’dan kurtulup kadının kuzeninin bulunduğu ve bir düş haline getirdiği Londra’da lüks bir hayat içine taşınırlar. Film bitti.
Filmi izlerken yine derin düşüncelere ve hüzünlere gark oldum. Çünkü, mültecilik yaşamına dair sahneler çok gerçekçiydi. Merakım gereği turistik gezilerimde sosyal bir güdüyle Avrupa’da çok sayıda mülteci gettoları gördüm ve içinde saatleri bulan, hatta bir-iki günlüğüne gizliden yattılı misafirliğim oldu. En insancıl olan mülteci kampı İsviçre’de Cenevre merkezindeki kamptı. Filmdeki Paris kampını da görmüştüm. Hollanda’nınkini de. Almanya’daki daha kötüydü, Nazi Almanya’sında kalan ilkel barınaklar… Ve Afrika, Asya, Ortadoğu, Balkan milletleri… Tabii ki Türkler… Türkler! Kürtler… Kürtler!
Öncelikle şu ödül konusuna değinmemiz gerekecek. Politik içerikli eserler konusunda her zaman tartışmalar yaratılmıştır. Nobel ödüllerinden tutunuz, yine özellikle sinema dalının da çokça konu olduğu, torpil ve bilinçli göz yumma tevatürleri ve efsaneleri yaratılır. Bizim edebiyat Nobel’imiz de de oldu; Yılmaz Güney’in ödüllerinde de oldu bu tartışmalar. Eh bu savaş dramları filmleri için de yaygın olarak “ödül banko” yakıştırması hep ola gelmiştir. Bu tartışmaları “Dheepan” için de gördüm. Ben işin bu kısmını eleştirmeyeceğim de teknik ve kurgulama açısından bu filme “Altın Palmiye” ödülü nasıl verilir, diyeceğim. Yoksa Palmiye kapsamında teknik kalite ölçüsü yok mu(?) Bunun için araştırdığım cevabı biraz sonra vereceğim.
Diğer dikkat çekici bir durumsa şu: Diyelim ki bir Türkan Şoray-Ayhan Işık melodramı… İkisi de as oyuncu ve Yeşilçam’da sahne bölüşümünde mecburen ve gelenek olduğu üzere denge kurulurdu. Eh, star sinemasında böyle! Fakat bir karakter üzerine kurulu bir filmde, işte bu film, “Dheepan” denen bir gerçek insan ismi üzerine kurulu bir hikâye ve senaryo. İsim ve şahsiyet odaklı yani. Fakat bakıyorsunuz ki kadın karakteri bazen bayağı almış işi götürüyor. Sanki onun üzerine kurulmuş gibi. Hatta çocuk için de az oranda böyle kaymalar vardı. E, bu bir Türkan-Ayhan filmi olsa anlayacaktık.
Tuhaf kamera odaklanmaları vardı, gizli çekim misali. Hani, kameranın çalışması belli olmasın diye elde tutuyormuş gibi yapıp da objektifin bir yerde takılı kalması şeklinde. Sırf, ses kayda girsin, der gibi diyelim. Anlamsız bir kapı eşiğinde veya diğer bir planda saniyelerce takılı kalıyordu. Eh, bu arada enfes kullanımlar da vardı. Hele o kamp sitesi içi üst kamera kullanıma çok görsel ve şiirseldi. Sahnedeki öfkenin hakkını veriyordu.
Tempo düştü derken birden uyandırdığı da oluyordu. Yani, ne ataletli, ne de göbek attırıyordu. Temposuzluk dediğin bir noktada bakıyorsun ki uyandırmasını da biliyordu.
Ses senkronizasyonu zaman zaman yok oluyordu. Ya konuşma yok, alt yazı var ya alt yazı yok, konuşma var; birbirini tutmadığı oluyordu.
Şimdi gelelim benim itimatla söz konusu teknik eksiklikleri hoş görmeye mehillenişime. Bu teknik aksaklar çok dikkatimi çekti ve öfkelendim. Bu ne beleş verilen “Palmiye” ödülüymüş, dedim ve dostum, sinema yazarı Ali’yi aradım. Ali’nin anlattığına göre filimler artık öyle makarayla, bobinle gelmiyormuş. Sanal ortamda link hattıyla geliyormuş dışarıdan. Ve el “gâvurunun” bir kabahati yokmuş. O senkronizasyon dengesizliğini bizimkiler fark edip gerektiğinde yeniden istemeliymiş. Eh, ben de buna kandım. Affettim!
Fakaat aman bre! O nasıl bir final? Ne olduğunu anlayamadık. Kaşla göz arasında kaçırıldı gitti. Zamansal akış algısı dahi verilmeden bir baktık bir hayal vahasındayız. Biraz espri katalım ama resmen şöyleydi: Arap Şeyhleri olur ya çölde ya da bizim Bülent Ersoy mizanseni olur renkli renkli uçuk çingene renklerine bezenmiş bir kamelyalı ortamda… Uzun tüylü kürek yelpazelerinin sallandığı, neon ışıltılı sahneler olur ya tıpkı onun gibi bir ortamda hoop Londra’dayız bir göz bile kırpamama süresinde. Ve çiftimiz evlenmiş miş, çocukları olmuş muş, bizim haberimiz yok, bebek de nerdeyse üç yaşında ve ortamda bir zenginlik bir burjuvalık alameti ki sormayınız. Zaman kayması verilememiş durumda. Ya n’oldu, yoksa bizimkiler ara sahneleri de mi linkte alamamışlar?
Vala ben, Ali’ye itimadımı sürdüreyim. Yoksa, bu kadar bedava Palmiye olamazdı, olmamalıydı.
Son söz olarak, mademki bu film dolayısıyla bizim içeriye/Yeşilçam’a göz atmıştık öncül yazılarımızda… Derhal Yeşilçam kolları sıvamalı. O iki filmle kalınamaz. Ortaokuldayken izlediğim Tunç Başaran’ın “Otobüs”ünü ve Şener Şen’in kamyon kasası içinde kaçırdığı mülteci komedisini de saymıyorum ama hadi diyelim ki üç buçuk filmimiz olmuş olsun. Bizim yurttaşlarımızın da en az 3 milyonu Avrupa’da mülteci olarak yaşarken, eh, tüm yurt sathında ve sahillerimizdeki rezil dram da ortadayken… E, ne duruyoruz? Mesela BOP rezilliği işlenemez mi? Yoksa sıkar mı?
Sonun sonu:
Peki, bu film izlenmemeli mi? Kim demiş? Ben çok memnunum. Üç yazı verdi bana. En azından aktörün ilginç yaşantısını öğrenmem bile bana çok şey kattı. Bence, filmin konusu çok taze, çok güncel ve bizdendir.
Yorumlar
Yorum Gönder