7- DHEEPAN
Bir yılbaşı dolayısıyla “insan tacirliği (!)” faaliyetlerimi ortaya dökebileceğim hiç ama hiç aklıma gelmezdi! Anlaşılan o ki bir yazı uğruna tüm iplerimizi pazara çıkaracağız. Aslında, bu tacirlik (!) maceram -bir irdeleme yazısına konu etmektense- başlı başına bir hikâyeleştirmeye müstahaktı.
Bir keresinde şöyle yazmıştım:
“Yine, bu arz yuvarlağı, deli misali kendi etrafında dönüp geceyi, gündüze kattığı gibi deliliğinin yanına divaneliğini de alıp, Güneş’in etrafında dönmüş, tekrar geldiği yere de ‘yeni sene-i devre’ denilmiş.”
İnsanların, gelenek-görenek ve âdetleri iki türlü oluşur. Bir, aidiyetliğinin olduğu topluma bağlı olarak sürdürdükleri; iki, kendine has bireysel olarak oluşturdukları…
Eh, bendenizin de birtakım hasletler oluşturma gibi hevesleri olmuştur. Bu çerçevede, her yeni yıl tatili olan 1 Ocak’ta sinemaya gitmek gibi, -hatırlayabildiğim- otuz üç yıldır oluşturduğum bir geleneğim var. Yine gittik. Genelde, yeni bir yılın ilk gün dinginliğine denk düşecek yumuşaklıkta bir film tercih ederdim. Fakat bu sefer pek öyle olmadı. Kayda değer yönü olan bir dram, daha da öte trajedi boyutu olan bir konunun filmiydi izlediğimiz.
Bu koyundan, birden çok post çıkacak gibi gözüküyor bana... Ben de bilinçli olarak geniş çaplı bir yazı çalışması yaparak birbirine bağlı irdelemelerde bulunmak istiyorum.
Filmin adı: “DHEEPAN,” Fransız yapımı.
Konusu: Sri Lankalı bir Tamil savaşçısının öyküsü… Onun mültecilik hayatı üzerinedir.
Bolca tanıklığımın da olduğu bu konunun dehlizlerine girmek istiyorum.
Öncelikle, bize pek yabancı olan bu Sri Lanka da neresi, içindeki Tamiller de neyin nesi, bu Tamil Kaplanları ya da savaşçıları kim?
Yaygın tüketim alışkanlıklarımızdan olan çay türlerinden birisi de Seylan çayıdır. İşte bu çayın geldiği yer olan “Seylan” aslında şimdiki Sri Lanka’nın eski adıdır. Güney Asya'da, Hindistan'ın hemen altında ve Hint Okyanusu'nda bulunan bir ada ülkesidir. Bize uzak bir ülkedir. Uçakla bile on iki saatte varılıyor. Bizimle sadece bir ortak yönü vardır. Bu yönüyle bir aralar günlük politik yaşamımızın da bir parçası haline gelmişliği olmuştu.
Sri Lanka’nın içinde nüfusun yüzde onu kadarını temsil eden Tamil azınlık grubu vardır. Tamil gençleri, merkezi yönetime karşı, kendilerine haksız davranıldığı gerekçesiyle gerilla örgütlenmesine kalkışmışlardı. Amaçları Sri Lanka’nın kuzeybatısında bağımsız bir devlet kurmaktı. Bunlara Tamil Kaplanları ya da Tamil Özgürlük Savaşçıları denilmekteydi. Hindistan Başbakanı Rajiv Gandi’yi de bunların öldürdüğü yaygın bir görüştü. Maalesef intihar yelekleri de bunların icadıdır.
Tamil Savaşçılarıyla, hükümet güçleri arasında iç savaşa varan, en kanlı şekilde, otuz yıl süren bir çatışma yaşanmış ve 2009 yılında merkezi güçlerin bastırmasıyla son bulmuştur. İşte, merkezi güçlerin bu başarısından mütevellit ülkemizde de PKK’ya karşı bu “bastırma modeli” zaman zaman gündeme getirilmiştir. Özelikle 2011 yılında.
Denilebilir ki, bir film eleştirisinde böyle bir girişe gerek var mıydı? Evet var! Başta da belirttiğimiz üzere bizim derdimiz yazımızın kurgusu gereği ilk etapta üzüm yemek değil, bekçi dövmektir. Bu aşamada film işin bahanesidir. Daha sonra final olarak filme gireceğiz.
Öncelikle filmin konusundan hareketle “mültecilik” konusuna değinmek istiyorum. Çünkü bu, dünyayı kasıp kavuran derin bir yaradır. Üstelik, ülkemizdeki Suriyeliler nedeniyle en acı şekilde gündemimizdedir. Ege sahilleri mülteci bebek cesetleriyle bezenmiş durumdadır. Mültecilik denilince zihinde canlanan, ülkeden ülkeye olan göçtür. Fakat, bizim ülkemizde çift makaslı çalışıyor. Bizde sosyolojik olarak iç göç tanımlamasının yanında bir de iç mültecilik var. İç göç, daha ziyade sosyo-ekonomik nedenlere dayanırken; iç mültecilik diye adlandırdığım göç, politik nedenlidir. Mesela Maraş-Çorum ve güncel doğu olayları nedeniyle kentten kente sığınmalar yaşanmıştır. Tam da şu günlerde kimi doğu illerimizde sabahın dokuzu ile on biri arası, resmi müsaadeli olarak, iç mültecilik hareketine ayırtılmış durumdadır. Böyle bir örnek henüz dünyada yok. Bu bile, başlı başına bir yazı konusudur.
Ülkemizde mültecilik 12 Mart faşizmiyle başlamıştır. Ama bu, çok dar ve üst düzey politik entelektüelleri kapsayan bir siyasi mültecilik şeklinde olmuştur. Asıl sürgün ve hazan mevsimi 12 Eylül faşizmiyle yaşanmıştır. Bu dönemde “çok nüfuslu” siyasi göçün yanında, ondan daha da çok nüfusu kapsayan siyasi kılıflı ama, ekonomik boyutlu mültecilik akımı başlamıştır… Başta Avrupa ülkelerine ve Kanada’ya olmak üzere.
Ortada iki faşist darbe var, ikisi de sola karşı. Birincisi salt politik mülteciler doğurmuşken; ikincisi politik mülteciliğin yanında ekonomik mültecilik de doğurmuştur. Neden acaba? İrdelemeye değmez mi, değer elbette.
12 Eylül neden gelmiştir?
12 Eylül darbesinin kökeni, “24 Ocak” denen bir paket halindeki kökten yapısal dönüşümleri içeren “ekonomik kararlara” dayanır. Süleyman Demirel’in yönetiminde, “Baş Sivil Toplum Önderi(!)” Turgut Özal’ın mimarlığında 1980 yılının 24 Ocak günü yürürlüğe konulmuştur. Bu, öyle bir pakettir ki olağan demokratik sivil bir düzen içinde uygulanması mümkün değildir. Bunun için “Taşların bağlanıp, köpeklerin salındığı” bir köy yaratılmak istenmiştir. Bu, o kadar kesin ve doğru bir tahlildir ki “Baş Sivil Toplum Önderi” olan Özal tarih kayıtlarına geçen bir belge olarak generallere gidip, “Darbe yapacaksanız, lütfen bu kararları bekleyiniz!” demiştir. Kaldı ki yine bu sivil toplumcu önderimiz askeri faşist diktanın Başbakan Yardımcısı ve ekonomi patronu olmuştur. Bu toplumun uyanabilmesi ve uluslararası operasyonlara karşı dik durabilmesi için, Özal’ı o günden bu güne destekleyen “Özalistlerin” izlerini takip etmeleri gerekiyor. Bunlar aynı zamanda gün geldi Hrant’ın katillerine kamuflaj sağlamak için Hırant’ın gerçek arkadaşlarının arasına da aynı “adla” sızmışlardır. Örneğin son yıllardaki davranış modelleri ne? Bunlar daldan dala savrulup dururlar. En tepedeki patronları AB-D’dir. Özellikle tiresiz “D”dir. Bunlar düzenbaz ve davul tokmakçılarıdır.
Şimdi, neden taşların bağlanıp da köpeklerin salındığını anlamak için 24 Ocak kararlarının yazımız açısından mülteciliği kışkırtan unsurlarına bakalım:
-Devletin ekonomideki payını küçültme bahanesiyle geniş halk yığınları için kurulan KİT’ler, Özelleştirme Kanunu çiğneme pahasına bedavaya peşkeş çekilmek suretiyle darmadağın edilmiş, bu çerçevede tarım ürünlerini destekleme alımları budanmış-yok edilmiştir. Bu noktada köylülerimize dikkatinizi çekmek isterim. Aklınızda tutunuz.
-Dışarıya kaynak (kâr) transferleri sağlamak için dış ticaret serbestleştirilmiş ve bu yolla güçlü yabancı sermaye yatırımları teşvik edilerek rekabet gücü olmayan milli sanayi baltalanmıştır. Bu noktadan da kentlilerimize dikkat çekmek isterim. Aklınızda tutunuz.
-Tamamen IMF destekli, yüksek faizli, sıkı para ve maliye politikaları ile kamu mallarına zam yapılması, kamunun ekonomiden çekilerek emek ücretlerinin de baskı altında tutulması şartıyla özel sektörün yolunun açılmasını öngören İMF-Dünya Bankası ortaklığı olan bir programdır. Şimdi de işçi ve diğer ücretli örgütlenmelerine yani sivil toplum kuruluşlarına ve sendikalara dikkat ediniz ve aklınızda tutunuz.
İşte bu ağır halk karşıtı ekonomik programa bu dikkatinizi çektiğim güçler karşı koyacaklardı normal demokratik düzen içinde. E, bunların bastırılması gerekiyordu ki bu program uygulanabileydi. Bu da nasıl olurdu? Tabii ki faşizimle!
Demek ki etkilediği toplumsal kesimler üzerinde baktığımızda fakirleşmenin ve buna bağlı ekonomik mülteciliğin ana kaynağı 24 Ocak kararlarıdır. E bu kararların bekçiliğini yapmak için de 12 Eylül icat edilmiştir. 12 Eylül aracılığıyla da -yükselmişken- hem ezilen sol hem de fakir düşen geniş halk tabakası dış mülteciliğe yönelmiştir.
24 Ocak, toplumda derin ahlaki yozlaşma ve yarılmalara neden olmuştur. Toplumu fakirleştirmiştir. Buna karşı fakirliği yasadışı yollarla -yani rüşvetle- sübvanse etmek içinse “Benim memurum işini bilir;” “Anayasayı bir kere delmekle bir şey çıkmaz;” “Ben zengini severim.” gibi hukuk dışı ucubeler yaratılmıştır.
Hani, tezimiz ne idi? 12 Mart’ın sadece politik mülteci; 12 Eylül’ün ise hem politik hem de ekonomik mülteci doğurduğuydu. Buna sebebin de 24 Ocak ekonomik kararları olduğunu, bunun da uygulanabilmesi için askeri-sıkı bir rejimin olması gerektiğini, çünkü bu programın geniş halk kitleleri yararına olmadığını ve uygulanabilmesi için başta sendikalar olmak üzere emek güçlerinin bastırılması gerektiğini ve bu program sonucu getirttirilen 12 Eylül’ün baskıcı ortamında hem politik hem de fakirleşen geniş halk yığınlarının dışarı yöneldiklerini -kaçtıklarını- anlatmaya çalışıyordum.
12 Eylül faşizmi bir taşla çift kuş vurmuştur. Hem solu çökertmiş hem de bu çökertme yoluyla doğurduğu mültecilik nüfusu sayesinde dıştan içe döviz geliri sağlamıştır.
Filmin konusundan hareketle “içe” dönüp bir “mültecilik” irdelemesi yaptık. Yarına bu 12 Eylül öncesi ve sonrası sürecinin doğurmuş olduğu mültecilik dramını işleyen iki Yeşilçam sinemasından söz edip daha sonra “Dheepan”ın eleştirisine geçeceğiz.
Yorumlar
Yorum Gönder