2- TÜRKAN ŞORAY’I "UZAKLARDA ARAMA"

Hiç sormayınız başımıza iş açtık! Hani, “bela” dersin, kötüdür de fakat “tatlı bela” dedin mi anlaşılır ki kötü bir şey yoktur. İşin ucunda “keyif” var demektir. Biz de başımıza tatlı bir bela aldık. Olsun be! Böylesi belalara bulaşmak bizim “kâr” hanemize yazılacaktır… Bir yazı bir yazıdır!

Can sıkıntısında zaman zaman “sosyal medya” denen arenada onun bunun paylaşımlarının altına gevezelikler kategorisinde sataşmalarım oluyor. Geçenlerde bir sinema eleştirmeni arkadaşımın, haftalık mutat gazete yazısında Türkan Şoray’ın yönetmenliğini üstlendiği “Uzaklarda Arama” filmine dair yazdığı “eleştirisini” okuduktan sonra gevezeliğim tuttu, “Kasabalı-pavyonlu filmleri severim. Türkan Şoray külliyatı da yazmışsın, yazının hatırı kalmasın, gidip seyredeyim.” dedim. O da cevaben, “Seyrettikten sonra yazımı tekrar oku, tartışalım.” deyince, ödev bilip mecburen izledik.

Fakat, içimde bir korku!.. İkimizin ortak bir arkadaşı var. Adam, o kadar lafları nerde bulmuşsa tuğla tuğla kitaplar yazmışken, bizim her ikimizin de dedikodusunu yapar ki güya biz çok konuşuyormuşuz, tahammül edemiyormuş! Aslında arkadaşımız yarı yarıya haklıdır da. Bu eleştirmen arkadaşımız hakikaten çok konuşan(!) birisidir ki benim de korkum ondandır. Gittim, filmi izledim. Ardından da diğer sanatçı abiyle Beyoğlu akşamlarına daldım, keyifliyim!.. Ertesinde ne keyfimi bozacağım ki? Tartışmamı yazılı olarak yapar yakamı da bu çok sözlü eleştirmen-yazardan kurtarırım.

Filmin konusu:

“Şehirdeki bir pavyonun küçük bir kasabaya taşınması, kasaba halkının pavyona gösterdiği tepkiler ve bu ortamda filizlenen bir aşk hikâyesi.”

İlk ağızdan söylenecek sözüm:

“Konusu, uzaklarda olan film” olacaktır.

Pavyon, özellikle “horanta” literatüründe batakhane olarak algılanır olmasına karşın bize özgü(Ortadoğu) kasabalılık kültürüne denk gelen, neon ışıkları altında geceleri açık, içkili eğlence yerleridir. Konsomasyon hareketinin barınağı olması erkek egemen kültürünün ana ocağı olmasına yol açmıştır. Karşı-kent kültür aksiyonu ise gazinodur.

Anadolu’da çok yaygın olan gece eğlencelerinin merkeziydi. İdeolojik ve rejimsel kabuk değiştiren Türkiye’de genel yaşamın kısırlaştırılmasıyla değil meyhane, içkili lokantaların bile yok edildiği, şehir dışına sürüldüğü bir ortamda aynı zamanda folklorik niteliği de olan pavyonlar hak getire… Filmde yok ama hele şu bizim, hem de Konya’daki, “Oturak Âlemlerine” ne demeli, nerde kaldı? O nedenle “konusu uzaklarda kalan film” diyorum. Hatta hafızam beni yanıltmıyorsa Türkan Hanım’ın oynadığı bir filmin konusu da değil miydi, Oturak Âlemleri? Yanılmıyorsam “On Kadın” filmindeydi. Sakın Nurgül Yeşilçay filmiyle karıştırmış olmayayım! Yok artık o eğlenceler!

“El Fatihaaa!”

Bu nedenle “bir dönem filmi değil” denmesine rağmen bir dönem filmidir. O kadar dönem kültürü yansıtıyor ki “insan taşıma” bile pavyon müştemilatıyla birlikte kamyonla yapılıyor. Hatta dönem özelliğini iyice(ustaca-bravo) yansıtmak için şimdi üretimde olmayan o zamanın kamyonu olan “BMC” kullanılmış. Aynı zamanda güya senaryoya komedi unsuru katma adına fahişelerin insani değersizliği muştulanıyor, senaristin aklıyla(!) (Eskiden eğlence kumpaslarının kamyonla taşındığı, hatıratlarda anlatılır. Gerçi günümüzde bile ameleler kamyon-traktörle taşınmıyor değil. Ama bu köy yerinde bir zorunluluk olabilir.)

Eleştirmenimizin “Şoray” hayranlığı aşikâr, biraz hissi davranmış. Bu filmdeki başarısızlığı tamamıyla senaryonun kötülüğüne yıkmış ki “kötülük” konusunda haklıdır. Bu filmde yönetmen olması nedeniyle -tek plan, üzüm bağı içinde bir rolü de var- Şoray’ın oyunculuğundan ziyade yönetmenlik külliyatını yazmış ve bu son filmindeki yönetmenlik kalibresinin diğerlerine denk düşmediğini… Bunun nedenini de senaryoya bağlayarak, Şoray’ı kurtarmış.

Sinemanın “divası” bu kadar tecrübesine karşın acemice sahnelemelere, rahatsızlık verici ya da eksik kurgulamalara, yönetmen olarak neden itirazlarını koymaz, anlaşılır gibi değil! Türkan Şoray yoksa sadece film oyuncusu olarak mı kalmalı? Bir sinema ideolojisi oluşmamış mıdır sürdürülebilir yönetmenlik hüneri için.

Yazarımız değişik bir bakış açısıyla senaryonun gizli alt metinlerinin “sosyo-politik” çözümlemesini yapmış. (Sanmıyorum ki diğer eleştirmenler bu kanalda girmiş olsun bu film için) Neyse, filme devam…

Bir kasaba filmi olması, her şeyden önce özlediğim(iz) bir coğrafi ve sıkı ilişki kültürü içinde bir sıcaklık hissi vermektedir. En azından benim hasretliğimdir.

Filmin üçüncü bir gözle, bir çocuğun gözünde, anlatılması, her zamanki gibi masalsı bir hava vermiştir. Masalımsı bir karaktere büründürme çabası desem fazla acımasız olmuş olurum, hakları yenmesin. Bir kasaba atmosferine bisikletli çocuk iliştirilmesi akıllıca düşünülmüş bir kurgulama ve zaten çelet bir çocuk masalımsılığının aracı illaki bisiklet olmalıydı. Yine de bir çiğlik havası var gibime tam bir masalımsılık yaratılamamış.

Bu masalsı anlatımı bir başına fantastik “mavi ve yelesi kızıl at” vermiş midir? Eh bu da olmasa… Büyük oranda desteklemiş diyelim. Pedagojik açıdan bir çocuğa yaşına denk gelmeyen erkeksi bir şeyi anlatmak için fantastik at imgelemesi harikaydı. Doğruya doğru. Tam puan verdim.

Konsomatrislerden birisi daha şehirdeyken, sürülecekleri kasabanın delikanlılarından biriyle tesadüfen çarşıda kimliğini gizleyerek tanışır ve evlenmek üzere nişanlanırlar parkta. Oğlan, kasabasına yerleşen pavyonda kızın “meziyetini” öğrenir ve dram başlar. Öldürmek üzere pavyona gider ve sahne karşısındaki masada yerini alır. Kız, Ferdi Tayfur’un “Huzurum Kalmadı” şarkısını söyleyince ben de pek hüzünlendim canııım! Nede olsa ilk çocukluk dönemimin tınısıydı müzik. Gerçek bir sahneydi: Pavyona yakışır çok otantik, nostaljik, sıcak ve başarılı bir sahneydi. Sarılma sahnesi de çok etkileyiciydi.

Dram var mı var! Ben, ruhumun derinliklerinde incinmeler taşıyan biri olduğum için gözüm nemlenmedi mi, nemlendi!

Bununla birlikte pavyon sahneleri başarısız ve silik. Pavyon içi atraksiyonlar yok, nerdeyse cenaze evi kıvamında.

Genel itibariyle kurgulama çok zayıf.

Deniz’in burnu anlamsız şekilde neden kanıyordu? Tam bir Yeşilçam melodramı. Yoksa “ince hastalık” mı taşıyordu? Hadi kabul da başı var sonu neden yok? Burnu kanadı da sonu n’oldu? Yapıştırma, sırıtan bir atraksiyondan öte bir anlamı yok. Dahası, bununla birlikte, isyankâr kadınların ele başçısı “yaşlı ana” karakteri kötü bir kostüm ve makyajla bildiğimiz (şu an çıkartamadığım) Yeşilçam’dan fırlatılmış bir tiplemeydi.

Bunlar, yerli yersiz, güya Türkan Şoray’ın geçmiş kariyerine ve Yeşilçam’a çakılan saygı selamlarıydı. Oturtulamamış. Ya da bu filmde “Türkan Şoray’ın izi var ha!” demek gibi ticari bir selam olsa gerek.

Ne demiştik?

Acemice sahneler… Kurgulamalar… Mesela yangın sahnesi!

“Zamanın,” aynı anda ortak kullanılması gereken bir sahne planında senkronizasyon sorunu insanı fıtık ediyor. Yangınla, yangın içinde kalan adamın nasıl kurtarılacağının bağrışmaları, ben diyeyim ki beş dakika, aynı planda tutulur mu? Sanki yanan adam, “Hadi, beni kurtarma, planlarının sahneleri konuşulsun, ben beş dakika susuyorum.” der gibi susmuş. Aynı plan içindeki konuşmalar bittikten sonra o “imdat” diye bağırmaya devam ediyor. Oysaki ayrı ayrı plan çekimleriyle senkronizasyon duygusu verilmeliydi. Yani aynı zaman içinde hem yananın hem de kurtarıcıların dramı verilmeliydi.

Mustafa Uğurlu’nun birkaç sahnesi ruhsuz ve başarısız. Ya da bana çiğ geldi. Eşref Kolçak’a da yine Yeşilçam kontenjanından bir vefa rolü verilmiş. Yaşı doksana gelmiş bir emektarın kusuruna bakmıyoruz efenim!

Senaristin ideolojisinde-zihniyetinde çarpıklık var gibime. Acaba bunun farkında mı? Senaryonun yansıttığı, insanın değeri, insan olma vasfıyla değil de hayır işlediği oranda kabul görüyor. Senarist İslamcı değil (tanıyanlardan biliyorum) ama İslami düşünüşün izi, yönlendirmesi saklı bilinçaltında diye bir not düşelim. Buna propaganda diyemem. Filime böyle bilinçli bir mesaj yüklenmiş değil. İnsanımızın yetiştiği düşünsel toprağımızın iklimi bu. “İnsan, ‘hayır’ işlerse ‘sevap’ kazanır.” cümlesindeki iki kavram ikonuyla bilinçaltımız nakışlanarak büyümüyor muyuz? İşte onun dışa vurumu diyelim.

Pavyon elemanları kızlar, insan oldukları için “insan” kabul edilmediler. Ne zamanki yangındaki kasaba delikanlısını kurtardılar –hayır işlediler- kasabalılar o zaman barıştı ve kızları bağırlarına bastılar. Görüldüğü gibi insan olmaları karşılığı değil “hayır” işledikleri için. Oysaki onlar hayır işlerken de işledikten sonra da yine orospuydular yine orospu kalacaklardı.

“Yani, bizim inandığımız şekilde edimleriniz olursa ‘hoşgörü’ ve ‘barış’ içinde yaşayabiliriz gibi bir alt metin gerçeği var.” İşte bu gerçektendir ki yukarılarda değindiğimiz Anadolu kültürü budanmıştır. “Bana uyarsan yaşama hakkın var!”

Eh bir iki de eleştirmenimizin eleştirisine dokunalım.

Bu film, sosyal bir yaraya dokunma filmi değil ki pezevenklik ve fahişeliğin sosyo ideolojik yönünü irdelesin. Hele hele ilericilik-gericilik ayrıştırması içinde olduğunu hiç sanmıyorum. Fakat bu karşı çıkışıma, yazarımız, bir yukarıdaki paragrafta tırnak içine aldığım cümlemle beni vurarak, çelişkiye düştüğümü iddia edecektir. Olsun!

Türkan Şoray, hiç kuşkusuz çağdaş demokrasiden, moderniteden yana olan bir güzide sanatçımızdır. Ama aynı zamanda a-politik bir şahsiyettir. Bunu hepimiz biliriz. Dolayısıyla filim özelinde Şoray’ın politik bir tavrı olamaz ki ileri-geri toplum çözümlemesi yapmış olsun. Ben, bir sosyal mesaj kaygısı taşıdığı iddiası ve beklentisinde değilim. Eğlencelik-salt tecimsel bir yapım diye bakıyorum. 7. sanatın şiarı pek eksik.

Öğrendiğim kadarıyla hikâye Türkan Şoray’ın sandığında çıkmış ama kötü senaristin eline düşmüş. (Daha da varmış, kızı da yapımcı, oh bundan sonra yapar duru ama iyi senarist seçmesi lazım gelir.)

Senaristimiz, senaryosunun çapaklı halini bakmaksızın -aslında Türkan Şoray farkına varmamış, varsa eminim alet olmazdı. Apolitik olduğu için ya da garibimin, gizli ve çirkin ironiyi kapacak kapasitesi olmadığı için- “çağdaş yaşam” ülküsünü “kötüyle özdeştirmeye” kalkışmış. Bir sahnede Belediye başkanının karşısında, vay efendim, kasabaya pavyon konuşlanmasına göz yumulursa, “hem muasır medeniyet seviyesine erişmemize de katkısı” olurmuş. Tam bir ideolojik zevzeklik! Dinci tuzağı! “Ben, çağdaş dünyanın insanıyım aslında!” diyen bir senaristle tartışmam bile. Çünkü öyle olduğunu kabul ediyorum da bilinç yoksunu olduğunu düşünüyorum.

Ne yapacağız şimdi? “Su 100 derecede kaynar.” diyen bilim adamı bizden değil diye 90 dereceye mi düşüreceğiz, 110 dereceye mi çıkaracağız?

Yahu, kabak tadı verdi sırf bir yerlere mesaj vereceğim diye, yıkılan Cumhuriyet ideolojisine risksiz olduğu için vurmak. “Hadi, kahrolun diktatörlük desene!” göreyim seni!

Yorumlar

Popüler Yayınlar