4- RÜZGARIN HATIRALARI

Rüzgârın Hatıraları, yüzümüzü yalar durur. 

Geçen hafta bir sinema eleştirmeni arkadaşımızın yazısına şaka yollu takılmamız sonucu bir film tartışmasına mecbur bırakılmıştık. Gittik, izledik, döndük ve yazdık. Hiç hesaptan yokken film eleştirisi gibi kalkışamayacağımız bir alanda kalem oynattık, benim hoşuma gitti. O arkadaşımdan da bir geri dönüş alamadım. Her dem “medeniyet ölçüsünü” sabitlediğimiz için -vesile olma vasfıyla- değerli eleştirmenimize teşekkür ve selamlarımızla saygılar sunup bu yolda ikinci bir denemeyle menzilimizi görmeye heves duyduk. 

Filmin adı: “Rüzgârın Hatıraları” 

Yönetmen: Özcan Alper 

Oyuncular: Onur Saylak, Mustafa Uğurlu, Sofia Khandemirova, vd. 

Antalya Film Festivali'nde en iyi müzik ve görüntü yönetimi ödülünü aldı. 

Yönetmenin iki uzun metrajlı filmi daha var. Bunlardan “Sonbahar”ı da izlemiştim ama, “Gelecek Uzun Sürer”i özel nedenle kaçırmıştım. Bu yazı dolayısıyla onu da hızlı sarım izledim. Her filmi bol ödüllüyken, “Rüzgârın Hatıraları” birazcık ödül fakiri kalmış. 

Yönetmenin tarzı, tüm filmlerinde ağır aksak akış üzerine kurulu. Sessizlik sesten daha baskın. Filmlerinin sesi bir anlamda “içine akmış gibi.” Anlatacaklarını daha ziyade görüntülerle vermeye çalışıyor. “Göstermeyle anlatım” özeliği itibariyle “Sonbahar” ve “Rüzgârın Hatıraları” amca çocukları kadar birbirlerine yakın. Mekânsal seçimler aynı konağın ayrı evlikleri gibi. Bu her iki filmdeki coğrafi mekânların aynı olmasında, yönetmenin doğu Karadenizli olması büyük etken olsa gerek. Filmin başat özelliği, görselliğinin ön planda olmasıdır diyebiliriz. Görselliği, başrolü kapmıştır. 

Yönetmenin filmlerinde illaki tablo gibi-şiirsel, gerçekten insanı çarpan anlatımlar-kareler var. “Gelecek Uzun Sürer”de girişte ve sonuçta at koşturması ve vurulması... “Sonbahar”da sevişme sonrası üst profilde alınan cenin modeli çıplak sevgililer... “Rüzgârın Hatıraları”ndaysa finalde, durgun göldeki sazlıkların arasında sandal içindeki kaçış sahnesinde vurulma sonucu yaratılan yine “ceninsel” enfes tabloluk-şiirsel hüzün. 

Sinematografisi tam olan filimler ki bu nedenle Antalya’da bu ödülü kaçırmamıştır. 

Politik anlatım sahibi bir yönetmen olduğunu kabule mecburuz. Toplumsal tarihe düşkünlüğü olduğu anlaşılıyor. 

Hikâye, İkinci Dünya Savaşı döneminde -1943’e denk gelen- azınlıklara karşı gündeme getirilen Varlık Vergisinin doğurduğu sonuç ve genel itibariyle Sol düşünceye bakıştır. 

Konunun kaynağını kavratabilmemiz açısından tarihi bir bilgi hatırlatması yapmamızda yarar olacaktır diye düşünüyorum. Savaş döneminde güya savaş ortamında yaratılan haksız zenginleşmeleri vergilendirmek için görünürde bir “genel yasa” çıkartılır. Adı Varlık Vergisi Kanunu’dur. Ama tarih kitaplarında biliriz ki birkaç binlik uygulama sayısının yüzde doksana yakını azınlıklara karşı uygulanmıştır. Bu bilgi yeterlidir. 

Muhalif bir gazete çıkartan, gayrimüslim yazar-çevirmen ve ressam olan Aram'ın İstanbul'da küçük bir matbaası vardır. Ödeyemeyeceği bir varlık vergisi yükümlülüğü ile arananlar listesine girer. Hapis yatmamak ya da Erzurum’a sürgüne gitmemek için çaresizce, Rusya’ya kaçmak için Karadeniz’in, Sovyet sınırına yakın bir ormanlıktaki arkadaşının kulübesine sığınır. Türk ajanı sayılma riskine karşı solcu arkadaşlarından kendisine referans olacak evrakları beklerken günler uzar gider… Sıkıntıdan resimler çizer durur. Bu kadar. 

Konusu itibariyle ilk olacak bir durum ya da bilinmedik bir dram yok. Azınlık sorunları her zaman entelektüel çevrede ilgi yaratmıştır ve yazılmış çizilmiştir. Yine bu film denemesiyle “Mazi kalbimizde bir yaradır” havası gündeme getirilmekte… Öz itibariyle yüreğimize sokulmaya çalışılan hançer budur. Bu yara Türkiye cumhuriyeti toplumunun yarasıdır. Eyvallah, bu da doğrudur. 

Yüreğe ve zihne saplanılmak istenen, bu gerçek ya da diğer bir deyişle murat edilen bu olduğu için daha filmin başında Nobelli yazar Faulkner’dan bir alıntı var: “Geçmiş asla sona ermez, hatta geçmez bile.” İşte, filmin özü ve özeti budur. 

“Rüzgârın Hatıraları” konu itibariyle bizi içimize döndüren bir dönem filmidir. 

Aslında, konu temel itibariyle neydi? 

İkinci Dünya Savaşı dönemi; Varlık Vergisi uygulaması ve siyasi baskı ortamı… Çıkış ve başlangıç teması bu. Ve bundan hareketle uzayan kaçış macerası... Oysaki bu yerinde durmakla birlikte sürekli geri dönüşlerle (Aram’ın sürekli düşleyerek, 1915’teki çocukluk dönemine denk gelen kriminal görüntülerin yansıtılması) 1915 olaylarına atıf yapılmaktadır. Kaçak Aram’ın ruhundaki sarsıntıyı dramatize ederken tarihsel bir yolculuk yaptırtılmak suretiyle sürekli 1915 canlandırılmak istenmektedir. Ya da bu çile bu zulüm kısmi değil, tarihsel bir perspektifte sürekli yaşanılır denilmek istenilmektedir. 

Sakın ola ki filmde1940’lar yok, anlaşılmasın. Tabii ki azınlık sorunu işlenilmekle birlikte muhalif duruşun ıstırabı da anlatılmakta… Yani çift bakış, çift vuruş var. Ama, daha ziyade ben 1915 derim. Fakat, filmdeki “tarihi geçmiş” dil; gümümüzde doğudaki “şimdiki zamanın-Kürt zamanının” yanında sönük kalmaktadır. Bunu da harici ama güncel bir dip not olarak ekliyorum. 

Bu bir dönem filmidir. Dönem filmi denince insanın zihnini saran ilk duygular, nostaljik çağrışımlar ve etkileşimlerdir. Bu tür filmlerin seyri iyi hoş da zamanın ruhunu vermek maharet ister. Zamanın ruhunun vücut bulabilmesi için tamamlayan unsurlar olarak mekân, kostüm ve makyajın ahenkli olması gerekiyor. Bu unsurlar sağlanmış mıdır? Tabi bunu öncelikle askerler üzerinde görmemiz gerekecek. Ben askeri bir uzman değilim fakat, belgesellerde gördüğüm üniformalara göre çiğ düşen bir görüntü vardı. 

Peki, neden gün içinin canlı ışık tonlarını taşıyan ışıklandırma değil de özellikle ikinci yarıda hep tan yeri havasında gitmesi biraz iç bulantısı yaratmaz mı? Belki de bilinçli seçimdi. Ne de olsa tüm insanlığın ve yerel coğrafyanın, iki dünya savaşı (1915-1945) arasındaki kasvete boğulmuş halini yansıtmak gerekiyordu, diyelim. 

Arman’ın olası muhbirlik heveslilerine karşı tedbiren ormanın kuytuluklarındaki diğer saklı bir kulübeye yerleşmesi sonucu Mikail, orman evi riskten arınmışken yanlış ihbarla evine gelen jandarmalara neden yekten kurşun yağdırır anlaşılmaz. Ya da ben bu ayrıntıyı kaçırdım eğer ki Mikail’de kanun kaçağıysa... Ama sanmam. 

Bu arada lazım olur diye 3 kurşunluk tabancayı Aram’a verirken Mikail’in, Aram’ı vuracak yanılgısı yaratmak için aniden nişan alır gibi uzatması, seyirciye verilecek bir gereksiz heyecan-atraksiyon için planlanmış ama çiğ düşmüş. 

“İki erkeğin arasında sıkışan aşk!” gibi bir tanımlama şık ve doğru düşmez. Bir adamın evinde misafirken -hem de örgüt arkadaşlığı- o evin namusuna uçkur çözme söz konusudur. Evet, senaryoya konu olabilir ama buna, ahlaki olmayan bir konunun işlenişi gözüyle bakmalı diye düşünürüm. “Neden böyle bir yansıtma yapılıyor.” demek sanata karşı çıkmak olur. Konu işlenebilir ama adını doğru koymak şartıyla. Aldatma kesin mi? Tartışılır! Çünkü Mikail’le, Meyrem arasında aşk ve ruh ilişkisi bitmiş durumdadır. 

“Engellenemez zorunlu aşkın” doğurduğu sevişme sahnesi çok estetik bir tablo olma özelliği taşımaktaydı. Kameranın açısı ve sahne düzenlemesi, tadını aşmayan erotiklik havası vermiş. Bununla birlikte sanki bir avam filmdeymişiz gibi hoyratlığı da içeriyordu. Hem estetik hem hoyrat! Ordövr tabağı tadında bir durum söz konusu. Patlıcan, bir parça söğürme (közleme), bir parça da şak şuka olarak sunulmuş. 

Pek de yanılmadığımı iki gün önce bizzat kadın oyuncunun ağzında öğrendim. Filmin galasında ne dese beğenirsiniz? 

-Efendim, o sevişme sahneleri gerçekti! 

Hoppalaaa! Hem de adamın karısı Tuba Büyüküstün’ün yüzüne karşı. 

Daha bu noktadan sonra yok, normatif bilimlerde yok, pozitif filmlerdeki gibi kesinlik yok ki… Işık hızı sabittir, hedefe kadar aynı hızla gider… Senaryo yine biraz defolu, iyi kullanılamamış mı ne… Diye saçma sapan edebiyat parçalamaya devam edecektim… Fakat, deli miyim bu sahnelerin üstüne daha ne yazacağım ki? 

Bu film eleştirisi-kritiği burada biter. 

Yorumlar

Popüler Yayınlar